Cehalet Özrünün Muteber Olmadığı Haller – Murat Gezenler

16/05/2009 at 12:17 pm (Cehalet Özrü) (, , , , , , , )

 

1- Kişinin Kendisini Hidayette Zannetmesi Sebebiyle Cahil Kalması Özür Teşkil Etmez

İnsanoğlunu her zaman için yaratılışı itibarıyla kendisinin hak ve doğru yol üzerinde olduğuna dair bir inanç taşımıştır. Tarih boyunca gelmiş geçmiş sapkın kavimlerin hemen hemen hepsi gerek inanç gerekse yaşam tarzı olarak her daim kendilerinin dosdoğru yol üzerinde olduklarına dair bir düşünce içindedirler. Bu zaten insanoğlunun fıtratında mevcut bir haldir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in kendilerine Rasul olarak gönderildiği Mekke müşrikleri bir taraftan cansız nesneleri ilah edinirlerken diğer taraftan kendi elleri ile öz çocuklarını toprağa diri diri gömüyorlar, her türlü fuhşu ve sapkınlığı aleni bir şekilde işliyorlar bununla beraber de kendilerinin din bakımından dosdoğru bir yol üzerinde olduklarını iddia ediyorlardı. Diğer taraftan Allah’ın kitabını tahrif eden, haham ve rahiblerini rabler edinen kitap ehli dahi “Yahudi ya da Hıristiyan olun ki hidayete eresiniz” (2, Bakara/135) diyerek sadece kendilerinin ehli hidayet olduğuna, kendileri dışında olanların ise doğru yol üzerinde olmadığına inanıyorlardı.

Toplumların ya da fertlerin hidayete dair bilgiden yoksun kalmalarının temel etkenlerinden bir tanesi de kendilerinin doğru yol üzerinde olduklarına dair bir inanç taşımalarıdır. Bu inanç gereği de kendilerine gelen hakkı tabî oldukları dine muhalefet ettiği için ya da kendi dinlerinde bu hakkı görmedikleri için inkâra yeltenirler. İşte kişinin kendisini hidayette zannetmesi durumunun konumuz ile ilgisi bu noktadadır. Acaba kişinin kendisini hidayette zannetmesi sonucu sahih bilgiden cahil kalması kendisi için bir mazeret midir?

Aslen hemen yukarıda dile getirdiğimiz “Sapkın kavimlerin hemen hemen hepsi kendilerinin dosdoğru yol olduğuna dair bir düşünce içindedirler” gerçeği dahi böyle bir durumda kişiler için bir mazeretin olmadığını ortaya koymaktadır. Ancak burada konuya dair daha başka deliller sunmakta da fayda olduğunu düşünüyoruz. Allah (Subhanehu ve Teala) şöyle buyurur:

“Deki: Amelleri açısından en çok ziyana uğrayanları size haber verelim mi? Onlar öyle kimselerdir ki, dünya hayatında yaptıkları boşa gitmiştir. Üstelik onlar kendilerinin muhakkak iyi iş yaptıklarını zannederler.” (18, Kehf/103,104)

Ayetten anlaşılacağı üzere amelleri açısından en çok ziyana uğrayan kimseler yaptıkları bütün amelleri boşa giden kimselerdir. Gerçekten bu oldukça hüsran verici bir durumdur. Kişi yıllarca çalışır çabalar ve yaptığının karşılığında bir menfaat elde etmeyi umar. Ancak bütün yaptıklarının boşa gittiği gerçeği onu tam anlamıyla hüsrana uğratır. Hele hele yaptığı işler sebebi ile bir menfaat elde edeceğini zannediyor ise…

İnsanların yaptıkları bütün güzel amelleri iptal eden sebeplerden en önemlisi Allah’a şirk koşmaktır. Ancak bu topluluklar, kendisiyle Allah’a şirk koştukları amelleri işlerken niyetlerinin ihlâs üzere, amellerinin hidayet üzere olduklarını zannetmektedirler. İşte onların bu zanları kendileri için hiçbir zaman bir mazeret oluşturmamaktadır. Ayetin “Üstelik onlar kendilerinin muhakkak iyi iş yaptıklarını zannederler” ifadesi açık bir şekilde kişinin kendisini hidayette zannetmesi neticesinde sahih bilgiden uzak kalmasının kendisi için bir mazeret teşkil etmeyeceğini ortaya koymaktadır. Nitekim ayete dair açıklamada bulunan müfessirler de bu hususu açık bir şekilde dile getirmişlerdir. Okuyoruz…

    İbn-i Cerir et-Taberi: “Allahu Teâlâ bu ayette, onların dünya hayatında yaptıkları işlerin hidayet ve doğru bir istikamet üzere değil, bilakis dalalet ve zulüm üzere olduğunu belirtmiştir. Bu da, Allah’ın kendilerine emrettiğiyle amel etmedikleri için ve üzerinde bulundukları küfür hallerinde ısrar etmeleri sebebiyledir. Bunlar, bu halleri ile iyi işler yaptıklarını, bu fiilleriyle Allah’a itaatkâr olduklarını ve kendilerini mükellef kıldığı ibadetlerde çaba sarfedip yerine getirdiklerini sanmışlardır. Bu ise «bir kimse ancak Allah’ın birliği ile ilgili bilginin kendisine ulaşmasından sonra küfre yönelmedikçe kafir olmaz» iddasının hatalı olduğunu kanıtlayan en açık delillerdendir. Bu nedenle Allahu Teâlâ bu insanları anlatırken, onların dünyada yaptıklarının sapıklıktan başka bir şey olmadığını belirtmiştir. Hâlbuki onlar iyi şeyler yaptıklarını sanıyorlardı. Ancak Rabbimiz onların, dünya hayatında yaptıklarının sapıklık olduğunu ve kendilerinin de Rablerine küfreden insanlar olduğunu zikretti. Şayet kişi ancak işlediğinin hakikatini bildikten sonra inkar ederse kafir olur» sözü doğru olsaydı, bu ayette adı geçen ve yaptıklarının doğru olduğunu zanneden insanların işlediklerinin doğru olması gerekirdi. Ancak durum bunun tam tersidir. Allahu Teala onların, Allah’a küfredenler olduklarını ve yaptıkları işlerinin de boşa çıktığını haber verir.”

 İbn-i Kesir: Hafız İbn-i Kesir tefsirinde bu ayete dair İbn-i Cerir et-Taberi’nin yukarıdaki sözlerini aynen nakletmiştir.

Bagâvi: “Bu ayet, üzerinde bulunduğu dini hak din zanneden bir kâfir ile inatçı ve inkârcı bir kâfirin birbirine eş değer olduğuna dair delildir.”

Şevkâni: “Bir topluluğa da sapıklık hak oldu.” Bu onların masiyetlerde şeytana itaat etmelerinden dolayıdır. Bununla beraber kendilerinin sapıklık üzerinde olduklarını da söylememektedirler. Bu ise onların inatçılıklarından daha şiddetlidir.”

Razi: “Bu ayet mücerred bir şekilde zannın ve ummanın dinin sıhhati noktasında kâfi olmadığının, bilakis kesin, kat’i, yakîni bir bir inancın olmasının gerektiğine delalet eder. Çünkü Allahu Teala burada kâfirleri kendilerinin doğru yolda olduklarını zannetmelerine rağmen kınamaktadır. Allah en iyisini bilir ama kişinin doğru yol üzerinde olmadığı halde kendisinin hidayette olduğunu zannetmesi kınanmayı gerektirmeseydi, Allahu Teala bundan dolayı onları zemmetmezdi.”

Kadı Beydavi: “Bu ayet hata eden kâfir ile inatçı kâfirin her ikisinin de zemmedilme noktasında eş değer olduğuna delalet etmektedir.”

Şankıti: “Kur’an bu nassı, kâfirin kendisini hidayet üzere zannetmesinin kendisine hiçbir fayda sağlamayacağına delalet etmektedir. Çünkü peygamberlerin getirdikleri deliller, şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde konuyu net olarak ortaya koymaktadır. Ancak kâfir kişi, küfre olan bağlılığı sebebiyle, kendisine sunulan delillerin güneş gibi açık olmasına rağmen buna yanaşmaz. Bu nedenle de mazereti geçerli değildir.”

Bir başka ayette Allah (Subhanehu ve Teala) şöyle buyurmaktadır:

“Onlara yeryüzünde, fesad çıkarmayın denildiği zaman; biz ancak ıslah edicileriz, derler. Bilesin ki asıl fesad çıkaranlar onlardır. Fakat bunun farkına varamazlar.” (2, Bakara/11-12)

Alusi, tefsirinde şöyle der: “Bazıları, ifsad eden kişi için eğer bilmemesi sebebi ile bunu yapıyorsa bu kişi hakkında sorumluluk olmadığını, sorumluluğun ifsadını bilerek yapan kişi üzerine olduğunu söylemişlerdir. Kendisinden kaynaklanan -aklın bulunmaması gibi- ya da ilme ulaşmada bir engel olmadığı halde, ilim tahsil etmeyen kişi şüphesiz işlediğinden dolayı sorumludur. İlim elde etme konusunda imkân olduğu halde bunu terkedenin durumu, imkân olduğunda bu ilmi tahsil edenin durumundan daha kötüdür. Ve yine burada Allah Rasulüne cahilin muhalefetini dikkate almaması konusunda bir teselli vardır. 

Alem el-Hüda’nın, “Te’vilat” isimli kitabında şöyle geçer:

“Şüphesiz bu ayet Mutezile aleyhine delil teşkil etmektedir. Onlar teklif, mükellefe ilim olmaksızın yüklenmez ve hüccet, hakkında bilgi olmadıkça bağlayıcı olmaz demişlerdir. Allahu Teala ise her ne kadar ilme sahip olmasalar da ayette geçen kişilerin yaptıkları münafıklığın bozgunculuk olduğunu söylemiştir. Eğer (onların dedikleri gibi) ilmin hakikati teklif için şart olmuş olsaydı, kendilerinde ilim olmadığı halde ayette geçen bu kimselerin yaptıkları bozgunculuk olarak nitelendirilmezdi. Ancak yaptıklarının bozgunculuk olarak nitelendirilmesi, hüccetin ikame olunmuş olmasının ve teklifin başlamasının, ilmi taleb etme ve ona ulaşma imkânın olup olmamasına bağlı olduğuna ve ilmin hakiki manada kendisine ulaşmış olmasının şart olmadığına delalet etmektedir.”

Bilinmelidir ki kişinin kendisini hidayet üzerinde zannederek dosdoğru bilgiden sapması şeytanın tuzaklarından bir tuzaktır. Şeytan ona vesvese vermiştir. Şeytanın vesvesesiyle o kimse kendisini hidayette zannetmektedir. İşin aslı kişinin kendisini hidayette zannetmesinin temel sebebi Rahman’ın zikrine karşı kör ve sağır kesilmesi diğer bir ifade ile vahye karşı sırt çevirmesidir. Allah (Subhanehu ve Teala) şöyle buyurur:

“Kim, Rahmân’ın Zikri‘ni görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlar ise doğru yolda olduklarını sanırlar.” (43, Zuhruf/36-37)

Gerek yukarıda zikrettiğimiz ayet gerekse diğer ayetler kişinin kendisini hidayette zannetmesinin temel sebebini vahiyden yüz çevirmeye bağlamaktadır. Bundan dolayıdır ki bu zan kişiler için bir mazeret teşkil etmemektedir. Zira asıl kaide yüz çevirme sebebi ile meydana gelen cehaletin kişiler için mazeret olmadığı şeklindedir. İbn-i Kayyım’ın kişinin kendisini hidayette zannetmesi sebebiyle sapkınlık içinde kalmasının kendisi için bir mazeret olmadığı yönündeki şu tespitleri oldukça manidardır:

“Kendisinin hidayette olduğunu zanneden ve sapkınlığının kaynağı, Rasulullah’ın getirmiş olduğu vahiyden yüz çevirmek olan kimseler, kendilerini hidayet üzerinde zannetseler de mazur değildirler. Çünkü bu kimse hidayet davetçisine uymaktan yüz çevirerek ihmalde bulunmuş ve gerekeni yapmamıştır. Bu durumda saptıkları takdirde ihmal ve yüz çevirme sebebiyle sapmışlardır. Onların bu durumu risaletin kendisine ulaşmamış olması ve buna ulaşmaktan aciz olması nedeniyle dalalete düşen kimsenin durumuna terstir.”

2- Taklid Sebebiyle Oluşan Cehalet Sahibi İçin Özür Teşkil Etmez

Taklid bir kimsenin bir başka kimseye ait söz, fiil ve düşünce biçimini olduğu gibi doğru kabul ederek ona tâbi olması, tâbi olduğu kişinin söz, fiil ve düşünce yapısını benimsemesidir. Bu taklid esnasında kendilerine tâbi olunanlar bazen geçmişte yaşamış atalar, bazen halen yaşayan ilim erbabı, hoca, alim bilinen kimseler olabilir.

İnsanların büyük çoğunluğunun sapkınlığının temel sebebi takliddir. Allah (Subhanehu ve Teala)‘nın göndermiş olduğu rasullere karşı inat ederek büyüklenen ve hakka tâbi olmaktan yüz çeviren müşrik toplumların bu şekilde davranmalarının temel sebebi genel olarak atalarını taklid etmeleridir. Buna karşılık Allah (Subhanehu ve Teala) müşrik toplumların, atalarından kalma örf ve adetlere tâbi olmalarını, onları taklid ederek kendilerine indirilen vahiyden yüz çevirmelerini kesin bir dille inkâr etmiştir:

“Onlara «Allah’ın indirdiğine uyun!» denildiğinde «Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!» derler. Peki, ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?

İşte bu tavır tarih boyunca tüm müşrik toplumların genel bir karakteri olmuştur. Nitekim bir başka ayette Şuayb (as)’ın kavminin, itirazlarına sebep olarak şu sözleri söylemeleri taklidin toplumları hangi noktaya getirdiğine dair güzel bir örnektir.

Dediler ki: Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?” (11, Hud/87)

Bugün gerek Arap dünyasında gerekse de üzerinde yaşadığımız şu coğrafyada insanların şirk içerisinde bir hayat sürmelerinin başlıca nedenlerinden en önemlisi de işte bu şekilde körü körüne takliddir. Özellikle Türkiye’de toplum, atalarından kalan dine bağlı kalma noktasında aşırı ısrarcı bir tavır sergilemektedir. Kendisine vahiy hatırlatılan insanların çoğu hemen dedesinin ya da büyük annesinin sabah namazını hiç kaçırmadığını ima ederek “Ben üzerine güneş doğmamış bir kimsenin torunuyum” diyerek sizin sözlerinize itiraza başlar. İşte bu tutum yerilen taklidin bir eseridir. Yine aynı şekilde toplumda din âlimi, hoca olarak kabul edilen önderlerin delil olarak karşınıza sunulması “Bu kadar hoca böyle diyor, yanlış mı biliyorlar” şeklinde karşı çıkılması taklidin insanları vahiy nurundan ne derece uzak bıraktığının en iyi göstergesidir.

Ancak bilinmelidir ki, “Kişinin, rasullerin daveti konusundaki cehaletinin sebebi -ilmin ve bunu öğrenmenin kolay ve ulaşılır olmasına rağmen- atalarını taklid etmesi ve küfür ve dalalet konusunda onlara itaat etmesi ise, bu cehaletinden dolayı mazeretli olmaz. Bu taklit ve itaatin kişi tarafından sunulacak olan sebebi ve delili, kişiden kabul olunmaz ve geçersizdir.” Nitekim İmam Kurtubi yukarıda mealen vermiş olduğumuz Bakara Suresi’nin 170. ayetinin tefsirinde “Bu ayetin lafızlarındaki güçlü ifade, taklidin batıl olduğu anlamını vermektedir” diyerek bu hususa işaret etmiştir.

Kişilerin herhangi bir merciyi taklid etmeleri sonucu sapkınlığa düşmelerinin kendileri için bir mazeret olmayacağına dair Kur’an nasları hiçbir tevile yer bırakmayacak şekilde açık ve nettirler. Allah (Subhanehu ve Teala) şöyle buyurur:

Yüzlerinin ateşte bir yandan bir yana döndürüleceği gün, «Keşke Allah’a ve Rasûle itaat edeydik» diyecekler. Yine şöyle diyecekler: Ey Rabbimiz! Biz önderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânete uğrat.(33, Ahzab/66-68)

Allah (Subhanehu ve Teala) ayette cehennemliklerin durumundan haber vermekte ve onların hüsrana uğramalarının sebebini kendi dilleri ile liderlerini ve önderlerini taklid etmelerine bağlamaktadır. Hüsrana uğrayan bu topluluk Allah’a ve Rasulüne itaat etmeyi terk etmiş, bunun yerine kendi zanlarınca hak üzerinde gördükleri liderlerine, âlimlerine ve önderlerine tabi olmuşlardır. Ancak onların her ne amaçla olursa olsun bu taklidleri kendileri için bir mazeret olmamıştır.

Ayetin tefsirine dair Katade “Bu ayetin zahir ifadesi, şirk ve sapkınlıkta önder ve lider olan kimselere uyma noktasında umumi olduğunu ortaya koymaktadır. Yani “Biz onlara sana isyan hususunda itaat ettik. Onların bizi davet ettikleri şeyde onlara uyduk. Onlarda bizleri tevhidden uzaklaştırdılar” demiştir.

Şevkani bu ayetin tefsirinde “Bu taklidi şiddetli biçimde kötüleyen naslardan bir tanesidir ve Kuran’da bu manada daha birçok nas vardır. Ancak tüm bu naslar Allah’ın kelamını anlayan, O’nu örnek edinen ve nefsini Allah’ın kelamına itaat ettiren kimseler içindir. Bu nasların hayvanlar misali kötü düşüncelere dalmış, ahmakça bir şekilde taklide dalmış kimselere faydası elbette yoktur” demektedir.

İbn-i Kayyim taklit sonucu oluşan cehaletin kişiler için mazeret olmadığına dair şöyle demektedir:

“Gerek taklitçiler, gerek kafirlerin cahilleri ve onlara uyanlar gerekse de onların peşinden giden eşekler şöyle derler:

“Biz atalarımızı bir ümmet (yol) üzere bulduk ve onları bu yollarında takip ettik.”

Bununla beraber bunlar İslam ehline karşı muharip (savaşçı) değillerdir. Bunların durumları; aynen muharip olan kâfirlerin, direk olarak Allah’ın nurunu söndürme, dinini ve kelimesini yıkma teşebbüsü içerisinde olmayan kadınları, hizmetçileri ve kendilerine uyanları gibidir. Onlar bu taklitlerinde hayvanlar gibidirler. Ümmet -âlimleri- bu taklitçi tabakanın cahil olsalar da kâfir oldukları hakkında ittifak etmişlerdir. Her ne kadar kendilerinden öncekilere ve atalarına uymuş cahiller de olsalar bunların hükmü kâfirler olmalarıdır. Ancak bazı bid’at ehli kimseler bunların kâfir olmadıkları hakkında hüküm vermiş, bunların konumlarının kendilerine davetin ulaşmadığı kimselerin konumu gibi olduğunu söylemişlerdir. Kelam ilmi ile uğraşan bazı kişiler dışında, müslümanların imamlarından veya sahabeden veya tabiinden ya da tabiinden sonra gelenlerden böyle bir görüş aktarılmamıştır. Bu görüşü savunanlar, bu taklit edenler tabakasının davete karşı inatçı olmadıklarını ve bunların cahil kâfir olduklarını söylemişlerdir.

Ancak inatlarının olmaması onları küfür sınırından çıkartmaz. Çünkü kâfir, Allah’ı inkâr eden ve Allah’ın elçisini yalanlayan ve bunu da inadından ya da cehaletinden veya inat ehlini taklid ederek yapan kişidir.  Her ne kadar bu taklidi yapan kişi bizzat kendisi inat ehlinden olmasa da böyledir. Çünkü o inat ehline uymuştur. Allah (sallallahu aleyhi ve sellem) Kuran’ın bazı yerlerinde taklitçilerin taklit ettikleri seleflerinden dolayı cezalarından bahsetmiş, tâbi olanların, tâbi olunanlarla birlikte olduğunu buyurmuştur. Ve her iki kesim de ateşte birbirine girerek şöyle derler:

“Rabbimiz! İşte bizi bunlar saptırdılar. Onun için bunlara ateş azabını iki kat ver” diyecekler. (Allah) buyuracak ki: “Herkese iki kattır. Fakat siz (bunu) bilmiyorsunuz. (7, Araf/38)

“Ateşin içinde karşılıklı deliller getirip tartışacaklarında, zayıf olanlar büyüklük taslayanlara şöyle diyecekler: “Biz size uyan kimseler idik. Şimdi bu ateşin bir kısmını olsun, bizden kaldırabilir misiniz?” O büyüklük taslayanlar diyecekler ki: “Muhakkak biz, hepimiz bunun içindeyiz. Şüphesiz Allah kullar arasında hüküm vermiş bulunuyor.” (40, Mü’min/47-48)

Bu, Allah’tan, hem tâbi olanların hem de tâbi olunanların azapta ortak olduğunu gösteren bir ihtar ve uyarıdır. Onların taklidçilerden olmuş olmaları, kendilerinden -azap konusunda- hiçbir şeyi uzaklaştırmamıştır. Allah Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu bize sahih bir şekilde intikal etmiştir:

“Sapıklığa davet edenin, kendisine tâbi olanların sayısı kadar günahları da boynundadır. Hiçbirinin günahından bir şey eksilmez.” 

Bu, taklitçilerin kâfir oluşlarının sebebinin başkalarını taklid ve onlara uyma olduğuna delalet etmektedir.”

Allah (Subhanehu ve Teala) bir başka ayette şöyle buyurmaktadır:

Zalimler, Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman hâllerini bir görsen! Birbirlerine laf çevirip dururlar. Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara «Siz olmasaydınız, biz mutlaka iman eden kimseler olurduk» derler. Büyüklük taslayanlar, zayıf ve güçsüz görülenlere «Size hidayet geldikten sonra, biz mi sizi ondan alıkoyduk? Hayır, suçlu olanlar sizlerdiniz» derler. Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara, «Hayır, bizi hidayetten saptıran gece ve gündüz kurduğunuz tuzaklardır. Çünkü siz bize Allahı inkâr etmemizi ve O‘na eşler koşmamızı emrediyordunuz» derler. Azabı görünce de içten içe pişmanlık duyarlar. Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz. Onlar ancak yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.” (34, Sebe/31-33)

Bu ayet de yukarıda vermiş olduğumuz diğer ayetler gibi sapkınlığının sebebi liderlerini, önderlerini, büyüklerini taklit etmek olan kişilerin mâzur görülmeyeceğine dair kesin bir nastır. Ayetin delaletinin kat’i ve muhkem olmasıyla beraber ayetin tefsirinde de müfessirler aşağı yukarı aynı mana olmak üzere kâfir toplumların atalarını taklit etmeleri sonucu düştükleri bataklığa işaret etmişler ve bu taklidin kendileri için bir mazeret teşkil etmediğini sarahaten belirtmişlerdir. Nitekim Hafız İbn-i Kesir (rahimehullah) ayetin “ Hayır, suçlu olanlar sizlerdiniz” kısmını şu şekilde tefsir etmiştir:

“Biz, sizi saptırmak için çok fazla bir şey yapmadık. Sadece hiçbir delil ve burhan olmaksızın sizi davet ettik. Siz ise nebiler vasıtası ile gönderilmiş delillere, burhanlara, hüccetlere muhalefet ederek arzu ve heveslerinize uydunuz ve böylece suçlu kimseler oldunuz.”

Sonuç olarak şayet fertlerin ya da toplumların sapkınlık, dalalet, küfür ve şirk içinde olmalarının sebeplerinden bir tanesi doğru yolda olduğunu zannettikleri liderlerini, âlimlerini ya da atalarını taklitten kaynaklanıyorsa onların atalarını doğru yolda görmeleri sebebiyle taklit etmeleri ve böylece sapmaları kendileri için hiçbir şekilde mazeret teşkil etmeyecektir. Bu “Cehalet Özrü” konusunda sabit kaidelerden bir tanesidir.

3- İhmalkârlık ya da Yüz Çevirme Sebebi İle Oluşan Cehalet Sahibi İçin Bir Mazeret Değildir

Cehaletin engelinin sahibi için meşru bir mazeret olmadığı hallerden bir tanesi de ihmalkârlık ve yüz çevirme sebebi ile meydana gelen cehalettir. Bu da diğer saydığımız şartlar gibi varlığı anında kişinin mazeretini ortadan kaldıran bir şarttır. Diğer bir ifade ile her kimin cehaleti ilme karşı ihmalkâr davranmasından ya da ilim kendisine geldikten sonra ondan yüz çevirmesinden kaynaklanıyorsa bu kimse ihmalkâr davranması ve yüz çevirmesi sebebi ile suçludur. Bu suçu onun bir başka suçu için mazeret teşkil etmez. İslam âlimlerinin bu konuda sözleri yine yukarıda saydığımız diğer şartlarda olduğu gibi sarih ve açıktır. Şeyhul İslam İbn-i Teymiye (rahimehullah) şöyle der:

“Şart olan, mükelleflerin bu bilgiye ulaşmalarının mümkün olmasıdır. Eğer ihmalkâr davranarak hüccet ikame edenin üzerine düşeni yerine getirmesine rağmen bu ilme ulaşmak için çaba harcamazlarsa, ihmal kendilerine aittir. Hüccet ikame edene değil.”

Bu konuda en güzel ve en detaylı tespitlerden bir tanesini İbn-i Kayyim el-Cevziyye (rahimehullah) yapmıştır. Öncelikle cahilin durumunu incelemiş ve ilim elde etme imkânına sahip olan ve ilim elde etme imkânına sahip olmayan şeklinde iki kısma ayırmıştır. Ve hemen sözünün başında “Şayet kişi cahil olduğu konuda ilim elde etme imkânına sahip ise o kimse mazur değildir” diyerek bu konuda temel kaideyi koymuştur. Bunun devamında ise bu başlığımızla alakalı bir hususa değinmiş ve ilim elde etme imkânına sahip olmasa dahi bulunduğu durumdan razı olan, ilim elde etmek için hiçbir çalışmada bulunmayan, tembel ve ihmalkâr kimselerin de asla mazur olmayacağını ifade etmiştir. Dikkat edilirse İbn-i Kayyim (rahimehullah) ilim elde imkânı olmasa dahi içinde bulunduğu halden razı olan ve imkânsızlığa rağmen gayret göstermeyen kimselerin cehaletini kendileri için bir mazeret kabul etmemiştir. Okuyoruz…

“Hakkı öğrenip bilme imkânına sahip olup da ondan yüz çeviren mukallid ile herhangi bir şekilde bu imkândan yoksun olan kimse arasında fark vardır. Bahsettiğimiz bu her iki gurup da mevcuttur. İlim elde imkânına sahip olup da yüz çeviren, gerekeni yerine getirmemiş ve üzerine düşen vacibi terk etmiştir. Bu nedenle Allah katında bu kimsenin bir özrü yoktur. Ancak herhangi bir şekilde ilim elde edemeyip, sormak ve öğrenmekten aciz olan kişiye gelince; bu da iki kısımdır. Birisi hidayeti isteyen, onu tercih eden, ona sevgi besleyen fakat hidayete ve onu aramaya, kendisine yol gösteren olmaması sebebiyle güç yetiremeyen kimsedir. Bu kimsenin hükmü, fetret dönemlerinde yaşayan ve davet kendisine ulaşmayan kişinin hükmü gibidir.

İkincisi hidayeti istemeyip ondan yüz çeviren kimsedir. Bu kimse kendisinin üzerinde bulunduğu durumdan başkasını temenni etmeyendir. Birincisi şöyle der: Ey Rabbim! Eğer üzerinde bulunduğum dinden daha hayırlı bir din olduğunu bilsem elbette kendime onu din edinir ve ve üzerinde bulunduğumu terkerdedim. Ancak bundan başkasını bilmediğim gibi bundan başkasına da güç yetiremiyorum. Benim gayretimin ve bilgimin son noktası budur. İkincisi ise üzerinde bulunduğu durumdan razıdır. Bir başka şeyi o duruma tercih etmez ve ondan başkasını talep etmez. Onun aciz olması ile güç yetirebilir olması arasında fark yoktur.

Aslında bu iki örnekteki kişilerin her ikisi de acizdir. Fakat aralarında şöyle bir fark olmasından ötürü ikincisi birinciye kıyaslanmaz. Birinci kişi fetret döneminde dini arayıp bulmayı başaramayan bunun için imkânının el verdiği tüm çabayı sarfettikten sonra acizlik ve bilgisizlik nedeni ile bundan vazgeçen kimse gibidir. İkincisi ise hiç istemeyen, bundan aciz kalacak olsa bile dini hiç aramamış ve şirki üzere ölmüş kimse gibidir. Dini bulmak isteyen aciz ile bundan yüz çeviren aciz arasındaki fark da işte budur.”

İbn-i Hazm farzı ayn ilimlerin öğrenilmesi noktasında kişinin mükellefiyetini şu şekilde izah etmektedir:

“Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in ve O’nun getirdiklerinin haberi kendisine ulaşan fakat kendisini ülkesinde bu konuda bilgilendirecek kimse bulamayan kişiye gelince… Bu kimsenin gerçekleri araştırmak için bulunduğu yerden başka ülkelere çıkması üzerine farzdır. Çölde olup da orada dinin kurallarını kendisine öğretecek birini bulamayan herkese, erkek olsun kadın olsun dinlerini öğretecek bir fakihin bulunduğu yere yolculuk etmeleri yahut kendilerine dinlerini öğretecek bir fakihi bulundukları yere getirtmeleri farzdır. Şayet imam bu kimselerin durumunu biliyorsa onlara hemen dinlerini öğretecek bir fakih göndermesi gerekir.”

Allah (Subhanehu ve Teala) şöyle buyurmaktadır:

 “Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatılıp da, ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır? Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyyen hidayet bulamazlar..” (18, Kehf/57)

İbn Cerir (rahimehullah) bu ayet hakkında söyle demiştir:

“Hangi insan, kendisine doğru yol gösterildiği halde ve kurtuluş yoluna hidayet olunduğu halde, bunlara karşı yüz çevirip bunları reddeden kişiden daha zalim olabilir ki?”

Ebi Vakid El-Leysi’den rivayet olunan bir hadiste şöyle geçmektedir:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün insanlarla birlikte mescitte oturuyor iken,  üç adam çıkageldi. İkisi Allah Rasulü’ne doğru yaklaştılar. Birisi ise dönüp gitti. Bu ikisi Allah Rasûlü’nün başında dikildiler. Onlardan biri mecliste boş bir yer buldu ve oraya oturdu. Ötekisi ise arkalarında oturdu. Üçüncü şahıs ise, sırtını dönüp gitti. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) konuşmasını bitirdikten sonra «Size şu üç şahsın kimler olduğunu söyleyeyim mi? Onlardan biri Allah’a tevbe edip ona döndü. Allah da onu kabul buyurdu. Diğeri çekindi, o derece utangaçtı ki, Allah bile ondan istihya (utanmak) etti. Üçüncüsü ise tavır koydu. Allah da ona karşı tavır koydu» dedi.”

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) meclisinden yüz çeviren bu adam, imkânı olduğu halde ilim elde etmek istememesi sebebi ile Allahu Teala kendisinden yüz çevirdi. Allahu Teala’nın kendisinden yüz çevirdiği kişinin cehaleti ise kendisini kurtarmaz.”

Şeyh Muhammed bin Abdulvehhab (rahimehullah)‘ın İslam’ı bozan şeylerden zikrederken onlardan bir tanesinin de dini öğrenmekten yüz çevirmek olduğunu söylemiştir:

 “Bil ki, kişinin İslam’ını bozan en büyük sebepler on tanedir. Bu sebeplerin birisi de; Allah’ın dininden yüz çevirerek, bu dini öğrenmemek ve onunla amel etmemektir. Buna delil Allah’ın şu sözüdür:

“Rabbinin ayetleri kendisine hatırlatıldığı halde, sonra bundan yüz çevirip -tavır takınandan- daha zalim olan  kimdir? Şurası kesindir ki biz, mücrimlerden intikam alacağız.” (32, Secde/22)

İbn Kayyım Rahimehullah şöyle der: “Azab iki sebebten dolayı kişiye hak olur. Bunlardan birincisi; hüccetten (davetten) yüz çevirmek ve onu istememek, onunla ve davetin gerekleri ile amel etmemektir. İkincisi ise; Hak ona ulaştıktan sonra inatlaşarak onun gereklerini yerine getirmemektir. Bu tavırlardan ilki yüz çevirme (i’rad), diğeri ise inat küfrüdür. Ancak hüccetin ikame olunmaması ve rasûllerin davetini elde etme imkânının da olmaması ile kaynaklanan cehalet küfrüne gelince, Allah bu kişiden rasûllerin hücceti kendisine ikame olununcaya kadar cezayı kaldırmıştır.”

“Bugünkü müslümanların çoğunun durumunu düşünün. müslümanların Allah’ın şeriatında cahil olmalarının sebebi, ilim talebinden yüz çevirmeleri, ilim meclisleri ve mescidlerde oluşturulan ilim halkalarından uzak durmaları ve faydasız, oyun ve eğlence meclislerini bu yerlere tercih etmeleridir.

Bu insanlar -ilim talebinden yüz çevirmeleri sebebi ile- şayet imanı bozan bir şeyle karşı karşıya kalırlarsa, cehaletlerinden dolayı mazeretli olarak kabul edilmezler. Çünkü bunların cehaletleri, defedilmesi mümkün olan ve bunun içinde az bir çaba harcamalarının yeterli olacağı türden bir cehalettir.”

Bu başlığın sonuç bölümünde de şunu çok rahat ifade edebiliriz ki şayet kişinin cehaleti ihmalkârlığı ya da yüz çevirmesi neticesinde kaynaklanıyorsa böyle bir suç bir başka suçu izale etmeyecek, bu sebepten kaynaklanan cehalet sahibi için hiçbir zaman mazeret olmayacaktır.

4- Dünyaya Meyletme Sebebiyle Oluşan Cehalet Sahibi İçin Mazeret Değildir

Kişilerin boş işlerle meşgul olmaları, nefislerinin arzu ve istekleri ile oyalanmaları, dünya hayatını ahirete tercihe etmeleri, dünya nimetlerinin peşinde koşmaları, Allah’ın ayetlerini okumaya, incelemeye, düşünmeye bundan dolayı zaman bulamaması sebebi ile cahil kalmaları kendileri için hiçbir zaman bir özür teşkil etmeyecektir. Allah (Subhanehu ve Teala) şöyle buyurur:

 “Bize kavuşmayı ummayanlar, dünyadan hoşnud olup onunla yetinenler ve ayetlerimizden de gafil olanlar, işte kazanmış oldukları günah sebebiyle bunların sığınakları ateştir.” (10, Yunus/7-8)

Hasan-ı Basri şöyle der: “Vallahi onlar dünya hayatını süslü görmüşler, onu gözlerinde büyütmüşler ve ondan razı olmuşlar bu sebepten dolayı da Allah’ın kevni ayetlerinden gafil kalmışlar, bu ayetler hakkında düşünmemişler, şeriat konusunda ise hiçbir emre uymamışlardır. Dünyada kazandıkları günah ve cürümleri, Allah’a,  Rasûl’üne ve kıyamet gününe karşı kâfir olmaları sebebiyle, kıyamet günü onların sığınakları ateştir.”

İbn Cerir et-Taberi (rahimehullah) tefsirinde şöyle demektedir:

“Bu ayetler Allah’ın birliğine, ibadetin yalnızca O’na yapılması gerektiğine delalet eden ayetlerdir. Onlar ise bundan yüz çevirmişlerdir. Ayetler hakkında nefislerine nasihat çıkarmak ve üzerlerine neyin vacib olduğunu bilmek için düşünmezler. “Bunların sığınakları ateştir.” Yani bu onların sıfatıdır ve “sığınakları” yani, ahirette dönüşleri cehennem ateşinedir.

Allah (Subhanehu ve Teala) şöyle buyurur:

“Ey iman edenler, mallarınız ve evladlarınız, sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte asıl hüsrana uğrayanlar onlardır.” (63, Münafikun/9)

Yani kim dünya hayatının zinetine (mal ve evlat gibi) aldanır ve Allah’ı, Kuran’ı, O’nun ayetlerini ve bunların manalarını düşünmeyi, din konusunda bilgili olmayı bırakırsa, işte o kişi gerçekten kendine yazık eden ve bu yaptıklarından dolayı da sorumlu tutulacak biridir. Eğer cahil ise cehaleti özür olarak kendisinden kabul olunmayacak bir kişidir.

Bunun üzerine şunu diyebiliriz; kim ki ticareti, malı, meskenleri tercih edip de bundan dolayı dünya meşgûliyetine dalarak Allah’a ibadet hususunda yapılması gerekenleri terkeder, şer’i ilimden ve dinde zaruri olarak bilinmesi gerekenleri öğrenmekten geri durursa şüphesiz o, dünyayı ve dünya için çalışmayı Allah’tan ve Rasûl’ünden daha çok seviyor demektir. Çünkü bir şeyi sevmenin alameti, ona yaklaştıracak şeyler ile meşgul olmak ve bunda gayretli olmaktır.

Şer’i ilimleri bırakıp da mübah (helal) olan şeylerle meşgul olanın durumu buysa ya haramlarla, boş ve oyun eğlence ile uğraşanların hali ne olur? O boş ve ifsad edici şarkıları dinleyip, çalgı aletleri ile uğraşanın hali ne olur? Tavla ile para ile oynanan oyunların, televizyon başında film ve dizilerin izlenmesinde geçen zamanın hesabı ne olur? İnsanların çoğunun bu filmleri ve dizileri ilim meclislerine tercih etmeleri ne büyük bir felakettir. Kâfir düşman bu tür yayınları, İslam ümmetinin gençlerini dininden, faydalı ve ciddi bilgiden, dinlerine ve toplumlarına karşı yapmaları gerekenlerden uzak tutabilmek için kasıtlı olarak yapmaktadır.

İslam ümmetinin gençlerinin çoğu, futbolcuların isimlerini, ekranlarda yayınlanan bu filmlerin tamamını bilir iken, dinlerinden olup da yapmaları gerekenlerden, ümmetin durumundan ve başlarına gelen tehlikelerden habersiz durumdadır.

Durumu böyle olan biri şüphesiz, helal, mübah şeylerle uğraşıp Allah’ın dininden öğrenmesi gereken şeylerden geri kalandan çok çok daha beter haldedir. Büyük bir cürüm ve günah işlemektedir. Böylelerinin cehaleti nasıl özür olsun, nasıl mazeretli kabul edilsin ki?

 

 

 


Camiu-l Beyan, 18/128.

 

Tefsiru-l Kur’anil Azim, 5/201.

Mealimu-t Tenzil, 5/103.

Fethul Kadir, 4/100.

Mefatihu-l Gayb, 7/76.

Kadı Beydavi Tefsiri, 2/253

Edvau-l Beyan, 2/96.

Ruhu-l Meani, 1/154.

Miftahu Dari-s Saade, sy:44.

Ebu Muhammed el-Makdisî, Keşfu-ş Şubuhati-l Mucadilîn.

El-Camiu Li Ahkam, 2/211.

El-Camiu Li Ahkam, 14/521.

Fethu-l Kadir, 6/59

Müslim, Tirmizi

Tariku’l Hicreteyn, 411-412.

Tefsiru Kur’ani-l Azim, 6/519.

Mecmuu-l Fetava, 28/125-126.

Tarikul Hicreteyn sy: 412.

İbn Hazm, el-İhkam: 5/118.

Camiu’l Beyan, 15/268.

Müttefekun aleyh

El-Uzru bil Cehalet, Ebu Basir et-Tartusi, sy:56

Er-Resailu-ş Şahsiyye, s:113.

Tariku’l Hicreteyn, s:414

El-Uzru bil Cehalet, Ebu Basir et-Tartusi, sy:56

Tefsiru Kur’ani-l Azim, 2/422

Taberi Tefsiri, 11/89.

El-Uzru bil Cehalet, Ebu Basir et-Tartusi, sy:54.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

Abdesti Bozan Haller – Ebu Sehran es-Suri

03/05/2009 at 5:04 pm (Fıkhi Konular) (, , , , , , , )

 

ABDESTİ BOZAN HALLER
1- Hades
Ebu Hureyre’den rivayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Kendisinde hades meydana gelen kimsenin namazı, o kimse abdest almadıkça kabul olmaz.” Hadramevt ahalisinden bir kimse: “Ya Rasulullah! Hades nedir?” diye sordu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Sessiz veya sesli yellenmektir” buyurdu.

Ebu Hureyre’den rivayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Sizden birisi karnında bir şey hissederse, ondan bir şey çıktımı, yoksa çıkmadı mı kendisine müşkil olursa, bir ses işitmedikçe ya da bir koku duymadıkça mescidden sakın çıkmasın.”

Ali (radıyallahu anh)‘dan rivayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Mezide abdest almak gerekir. Menide ise gusul almak gerekir.”

2- Deve Eti

Bera b. Azib (radıyallahu anh)‘dan rivayetle o şöyle demiştir:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) abdestli iken deve eti yemekten soruldu. “Ondan abdestinizi tazeleyin” buyurdu. Koyun eti yemekten soruldu. “Ondan abdestinizi tazelemeyin” buyurdu.

Cabir b. Semure (radıyallahu anh)‘dan rivayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘e bir kimse “Koyun eti yedikten sonra abdest alayım mı?” diye sordu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “İstersen al istersen alma” dedi. “Ya deve eti yedikten sonra abdest alayım mı?” diye sordu Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Evet deve etinden sonra abdest al” dedi.

Ebu Hureyre (radıyallahu anh)‘dan rivayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Kim cenaze yıkarsa gusletsin. Kim de cenaze taşırsa abdest alsın.”

Ebu Hreyre (radıyallahu anh)‘dan rivayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Ateşin değdiği her şeyden hatta peynir parçasından bile abdest lazım gelir.” Bunun üzerine İbni Abbas “Ya Ebu Hureyre! Yağdan dolayı da abdest alayım mı? Sıcak sudan dolayı da abdest alayım mı?” dedi. Ebu Hureyre: “Ey birader zadem! Rasulullah’dan bir hadis işitince ona misaller getirmeye kalma” dedi.

Aişe (radıyallahu anha)‘dan rivayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Ateşte pişen şeyi yemekten dolayı abdest alınız.”

Abdullah ibni Abbas şöyle demiştir: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) pişmiş koyun küreği yedi. Sonra abdest almadan namaz kıldırdı.”

Cabir b. Abdullah (radıyallahu anh)‘den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Bekir, ve Ömer ekmek ve et yedilerde abdest almadılar.”

Cabir (radıyallahu anh)‘dan rivayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in iki emrinden sonuncusu ateş değen şeyden dolayı abdest yenilememek idi.” 

Aişe (radıyallahu anha)‘den rivayetle o şöyle demiştir:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ailelerinden birini öptü de sonra abdest almadan namaza çıktı.” Urve diyor ki: “O mutlaka sendin” dedim. Bunun üzerine Aişe güldü.

Hz. Aişe(radıyallahu anha)‘dan rivayetle o şöyle demiştir:

Ben Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in önünde ayaklarım kıblesine gelecek şekilde yatar uyurdum. Secde’ye vardığı zaman beni eliyle dürterdi. Ben de ayaklarımı geriye çekerdim. Secdeden kalktığı zaman yine uzatırdım. O zamanlar evlerde ışık yoktu.”

3- Zekere Dokunmak:

Talk b. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in yanına geldik. Bir adam geldi. Sanki bir bedevi idi.

“Ey Allah’ın rasulü! Kişi abdest aldıktan sonra zekerine değerse ne gerekir?” diye sordu. Rasulullah şöyle cevap verdi:

“O kendisinden bir parça değil midir?”

Büsre binti Saffan anlatıyor: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:

“Zekerine değen kimse abdest almadıkça namaz kılmasın.”

Açıklama:

Zekere değmenin abdesti bozup bozmayacağı alimler arasında ihtilafa sebeb olmuştur. Her iki hadisin sıhhati açısından muhaddisler Busre hadisinin daha sıhhatli olduğunu söylemişlerdir. Buhari özellikle Busre hadisinin bu konuda varid olan en sahih hadis olduğunu söylemektedir. Alimlerin çoğunluğu da Busre hadisi ile amel etmişlerdir. Şafii, Malik ve Ahmed bin Hanbel zekere değmenin abdesti bozacağını söylemişlerdir.

4- Ateşte Pişen Yiyeceklerin Yenmesi:

Ebu Hureyre’den (radıyallahu anh) rivayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

“Ateşin değidiği her şeyden hatta peynir parçasından bile abdest lazım gelir.” Bunun üzerine İbn-i Abbas Ebu Hureyre’ye sordu:

“Yağdan da abdest alalım mı? Sıcak sudan da abdest alalım mı?”

Ebu Hureyre Bunun üzerine şöyle dedi:

“Ey birader zadem! Rasulullah’tan bir hadis işitince ona misaller getirmeye kalkışma.”

Abdullah ibn-i Abbas şöyle dedi: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) koyun küreği yedi de sonra abdest almadan namaz kıldı.”

Cabir b. Abdullah Rasulullah’ın iki emrinden sonuncusunun ateşte pişirilen şeyden dolayı abdest alınmayacağı olduğunu söylemiştir.”

5- Uyku Hali

Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah’ın ashabı uyurlar, sonra abdest almadan namaz kılarlardı:

(Enes’ten bunu rivayet eden) Katade’ye:

“Bu sözü Enes’ten bizzat işittin mi?” diye sorulmuştu:

“Vallahi evet!” diye te’yid etti.”

İbnu Abbas (radıyallahu anh)‘ın anlattığına göre, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘ı secde halinde uyurken görmüş ve hatta Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) horlayıp solumuş, sonra kalkıp (abdest almadan) namaz kılmıştır.

İbnu Abbas der ki:

“Ey Allah’ın Resulü dedim, siz uyudunuz, (abdestiniz bozulmuş olmalı değil mi)?” Bana şu açıklamayı yaptı: “Abdest, yatarak uyuyana gerekir. Zira yatarak uyuyunca mafsalları rahâvet basar.”

Açıklama:

Oturarak uyuyan kimse için abdest gerekmez. Bu hususta az uyku ile çok uyku arasında fark yoktur. Uyku hades değil hadese sebeptir. Kişi uzanarak uyuduğu zaman ne yaptığını bilemez.

Mest Üzerine Meshetmek

Muğire İbnu Şu’be (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘la beraberdim. Bana:

“Ey Muğire, su kabını al!” emretti. Ben de onu aldım. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) (la tenhaya gittik. O) benim gözümden kayboldu, kaza-yı hâcet yaptı, (geri döndü). Üzerinde Şâmi bir cübbe vardı. (Abdest almak için hazırlık yaptı. Cübbesinin yenlerini çemreyip) kollarını çıkarmaya çalıştı. Ancak (yenler) dardı. Ellerini (yenlerin uç kısmından geri çıkarıp cübbeyi sırtına koyup kollarını) alttan çıkardı. Ben su döktüm, namaz için abdest aldı. Mestleri üzerine meshetti, sonra namaz kıldı.”

Ebu Dâvud’un bir diğer rivayetinde: “Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mestleri üzerine meshetmişti; ben:

“Ey Allah’ın Resulü! yoksa unuttunuz mu?” dedim.

“Bilakis, dedi, belki sana unutturuldu. Aziz ve celil olan Rabbim, bana böyle emretti.”

Hz. Mugire (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) abdest aldı ve çoraplarının ve ayakkabılarının üzerine meshetti.

Şüreyh İbnu Hâni anlatıyor: “Hz. Aişe (radıyallahu anha)‘ya mest üzerine meshetmekten sormaya geldim. Bana: “Sana Ebu Talib’in oğlu (Hz. Ali) (radıyallahu anh)‘yi tavsiye ederim, git ona sor. Zira o, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte seyahatlerde bulunmuştur!” dedi. Bunnun üzerine gidip ona sordum. Şu cevabı verdi:

“Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), (mesh müddetini) yolcu için üç gün üç gece tuttu, mukim için de bir gün bir gece tuttu.”

Açıklama:

Sahih rivayetlere göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hem ikamet halinde hem de sefer halinde iken meshler üzerine mest etmiştir. Bu hüküm yürürlükten kaldırılmamış ve Hz. Peygamber bu hüküm yürürlükte iken vefat etmiştir. O’ndan aktarılan pek çok sahih rivayete göre mestler üzerine mesh etmeyi sefer halinde iken 3 gün mukim iken 1 gün olarak belirlenmştir. Rasulullah hem mestlerin üstüne hem de çorabının üstüne mesh etmiştir. Ayaklarının bulunduğu halin tersini yapmazdı. Yani ayaklarında mest var ise mesh yapar yoksa ayaklarını yıkardı.

 

 

 

 


 

 

 

Buhari-Müslim

Müslim

Buhari-Müslim

Ebu Davud,İbni Mace, Tirmizi

Müslim- İbni Mace

İbni Mace

Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace

İbni Mace

Buhari- Ebu Davud

İbni Mace

Ebu Davud, Nesei

Tirmizi, Nesei

Buhari-Nesei

Ebu Davud, Taharet 71, Tirmizi, Taharet 62

Tirmizi Taharet, 61 Muvatta Taharet 58

Ebu Davud- Tirmizi

Buhari- Ebu Davud

Ebu Davud- Nesei

Müslim, Hayz 125, (376); Ebu Dâvud, Tahâret 80, (200); Tirmizi, Tahâret 58, (78).

Tirmizi, Taharet 57, (77); Ebu Dâvud, Tahâret 80, (202); Nesâi, Ezân 41, (2, 30).

Sahihayn

Buhari, Vudü 48; MüsIim, Taharet 77,

Ebu Dâvud, Tahâret 61, (159); Tirmizi, Tahâret 74, (99).

Müslim, Tahâret 85, (276); Nesâi, Tahâret 99, (1, 84); İbnu Mâce, Tahâret 86, (552).

 

 

 

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın