Kül Hadisi Çerçevesinde İbn-i Teymiye’nin Görüşleri – Murat Gezenler

16/05/2009 at 12:22 pm (Cehalet Özrü) (, , , , , , , , , )

 

Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Salât ve selam kendisine gönderilen vahyi tebliğ ederek ümmetinin bu vahiyle karanlıklardan nura çıkmasını sağlayan son Rasul ve Nebi Muhammed (s)’in üzerine olsun.

Günümüzde “Cehalet Özrü” üzerine yapılan tartışmaların odağında yer alan hadislerden bir tanesi de meşhur kül hadisidir. İmam Buhari ve Müslim’in Ebu Hüreyre’den rivayet ettikleri bir hadiste Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:

“Bir adam nefsine zulmetmiş ve ölüm anında oğullarına şöyle vasiyet etmişti: «Öldüğüm zaman beni yakın, kül haline getirin ve sonra denize saçın. Vallahi eğer rabbim beni diriltmeye güç yetirirse hiç kimseye azap etmediği şekilde bana azap eder.»

Sonra Rasulullah dedi ki:

«Oğulları adamın bu isteğini yaptılar.» Allah yeryüzüne dedi ki: «Aldığını geri ver.» O an adam dirildi ve kalktı. Allah (Subhanehu ve Teala) ona «Bu yaptığın şeye seni sevkeden nedir?» diye sordu. Adam «Senden korkumdur ya Rabbi» dedi. Bu söylediğinden dolayı Allah onu affetti.” 

Biz bu makalemizde hadise dair detaylı açıklamalar da bulunmayacağız. Zira bu konuda son çalışmalarımızdan birisi olan “Cehalet Özrü” isimli eserimizde detaylı bilgiler mevcuttur. Dileyen okuyucularımız konu hakkında o kitabımızdan detaylı bilgi alabilirler. Bizim bu makalemizde ele alacağımız konu ise başlıkta da belirttiğimiz gibi hadis çerçevesince Şeyhul İslam İbn-i Teymiye (Rahimehullah) ve muasır alimlerimizin görüşleri olacaktır. Zira günümüzde konuya dair tartışmaların eksenini İbn-i Teymiye (Rahimehullah)‘ın görüşleri oluşturmaktadır. İşin tuhaf tarafı cehaletin mutlak anlamda özür olduğunu iddia edenler de, buna muhalif olarak cehaletin mutlak anlamda özür olmadığını iddia edenler de yukarıdaki hadise dair Şeyhul İslam İbn-i Teymiye’nin görüşlerini getirmektedirler. Ve her iki tarafta İbn-i Teymiye’nin kendi görüşlerini desteklediğini iddia etmektedir.

İşte böyle ilginç bir vakıa ile karşılaşmamız bizim Şeyhul İslam (Rahimehullah)‘ın bu konu etrafındaki görüşlerini derli toplu bir şekilde incelemeye sevketmiştir. Acaba İbn-i Teymiye bu hadise dair tam olarak ne demiştir? Ve dedikleri ne oranda doğrudur?

Kül Hadisi ve İbn-i Teymiye

İbn-i Teymiye konuya geniş bir şekilde “Mecmuul Fetava” isimli eserinde hafi meselelerde kişinin tekfir edilmesi konusunda değinmiştir. İslam’a yeni giren bir kimsenin tevatür yolla sabit olan farzları bilmemesinden dolayı tekfir edilmeyeceğini ya da ancak risalet yolu ile bilinebilecek hususlarda kendisine hüccet ikame edilmemesi sebebiyle cahil kalan kimsenin tekfir edilmeyeceğini söyledikten sonra bu konuya değinmiş ve şöyle demiştir:

“Adam bu şekilde kül olup dağıldıktan sonra, Allah kendisini diriltmeye tekrar güç yetiremeyeceğini ve eski haline dönderemeyeceğini zannetmiştir. Bunların her biri ise Allah’ın kudretini inkar ve küfürdür. Ancak o Allah’a, O’nun emirlerine, nehiylerine iman eden, O’ndan korkan ancak cehaleten, saparak, hataya düşerek bunu yapan bir kimsedir. Allah (Subhanehu ve Teala) bundan dolayı adamı affetmiştir. Hadis bu kişinin bu fiili yaparken tekrar diriltilemeyeceğini umarak yaptığını açıkça bildirmektedir. En azından bu kişi diriliş hakkında şüphe etmekte idi. Bu ise küfürdür. Nübüvvet hücceti ikame edildiğinde onun kafir olduğuna hükmedilir. Eğer Allah güç yetirirse sözünü takdir hüküm müsamaha göstermek şeklinde tevil edenler çok uzak bir tevil yaptılar ve sözü kendi konumundan başka başka bir yerde kullandılar. Çünkü hadiste geçen bu kimse tekrar bir araya getirilip diriltilmemek için kendisinin yakılmasını ve küllerinin saçılmasını emretmiştir. O öyle demişti:

İkinci cümlenin birinci cümlenin sebebi olduğu açıktır. O kişi bunu Allah (Subhanehu ve Teala) kendisini diriltip güç yetiremesin diye yaptı. Eğer o kişi bu şekilde kendisini yakıp savurduğunda Allah (Subhanehu ve Teala)‘nın ona azap etmeye kudretinin olduğuna inanıyor olsaydı, bu şekilde cesedini yaktırmasının bir anlamı olmazdı.”

Şeyhul İslam İbn-i Teymiye burada adamın kendisine nübüvvet hücceti ulaşmaması sebebiyle Allah’ın kendisini yeniden diriltmeye güç yetiremeyeceğini zannettiğini bunun ise Allah’ın kudretini inkâr olduğunu ve küfür olduğunu belirtmiştir. Adamın nübüvvet hüccetinden uzak olmaması sebebiyle bu cehaletinin mazeret olduğunu söyleyerek Allah tarafından affolunmasını buna bağlamıştır.

Bizim tespit edebildiğimiz kadarıyla Şeyhul İslam konuya “Mecmuul Fetava” isimli eserinde 8 ayrı yerde daha değinmiştir. Yine bu açıklamalarından birinde vaid içerikli tehditlerin muayyen kişilere indirilmesi meselesinde kişilerin yapmış oldukları iyilikler sebebiyle ya da şefaat edilme gibi sebeplerle affolunabileceğini, kişilerin ancak risalet yolu ile bilmeleri mümkün olan hususlarda risalet hüccetinin ulaşmaması sebebiyle cahil kalmalarının kendileri için bir mazeret olduğunu izah ettikten sonra “Bu adam Allah’ın kudretinden şüphe etmekteydi. Allah’ın kendisini eski haline tekrar döndüremeyeceğine inanıyordu. Bu Müslümanların ittifakı ile küfürdür. Lakin adam cahildi ve bunu bilmiyordu” demiştir. Yine aynı şekilde birebir bu sözlerini Mecmmul Fetava’da farklı bir yerde de tekrar etmiştir.

Şeyhul İslam bir başka yerde ise Hz. Ali’nin Haruriye fırkası ile savaşında Harurilerin tekfir edilip edilmemesi meselesinde de bu hadise değinmiş, Cehmiye’nin sıfatlara dair sözlerinin çoğu zaman insanların avamından gizli kalabileceğini, hafi meselelerde bu gizliliğin avam için bir mazeret olduğunu belirtmiş ve arkasından bu hadisi getirerek adamın Allah’ın kudretinden şüphe ettiğini ancak risalet hüccetinin kendisine ulaşmaması sebebiyle Allah tarafından affolunduğunu söylemiştir.

Şeyhul İslam’ın Mecmmul Fetava isimli eserinde konuyu değerlendirmesi genel olarak “Umumi Tekfir Muayyen Tekfiri Gerektirmez” meselesinde ele aldığı, bazı arızi sebepler dolayısıyla kişilerin cehaletleri sebebiyle tekfir edilemeyeceğini belirtmiş ve bu hadisi delil olarak getirmiştir. 

İbn-i Teymiye (Rahimehullah)‘ın “Mecmmul Fetava” isimli muhteşem eserinde konuya dair düşünceleri işin aslı tam bir tutarlılık gösterirken aynı hadis hakkında Camiur Resail isimli eserinde değerlendirmeleri biraz daha farklılık arzetmektedir. Zira Şeyhul İslam bu eserinde Cehmiye’nin tekfiri meselesinde Allah (Subhanehu ve Teala)‘nın ümmetin üzerinden unutma ve hata gibi durumlarda sorumluluğunu kaldırdığını belirttikten sonra uzun uzun bu hadise değinmiş, hadisin mütevatir olduğunu iddia etmiş arkasından adamın genel olarak Allah’a, ahiret gününe, Allah’ın ölümden sonra yeniden diriltip ecir ve ceza vereceğini bildiğini ancak korkusunun şiddetinden dolayı bu sözleri sarfettiğini söylemiştir. Daha sonra ise hadiste söz konusu edilen adamı çölde devesini kaybedip bulduktan sonra Allah’a “Ben senin rabbinim sen de benim kulumsun” diyen kişiye benzetmiştir.  

Öncelikle belirtmek gerekirse Şeyhul İslam’ın gerek Mecmuul Fetava isimli eserinde gerekse Camiur Resail isimli eserindeki sözleri zahiren birbiri arasında tutarsız görünmektedir. Zira öncelikle adamın kudret sıfatı ve yeniden dirilme gibi temel meselelerde cahil kaldığını ancak risalet hücceti kendisine ulaşmadığı için bu cehaletinin mazeret olduğunu söylemiştir. Bununla birlikte bu meselelerin hafi, avamdan gizli kalabilecek meseleler olduğunu söylemiş ve son olarakta adamın sözünü intifaul kasta (istem dışı harekete) bağlamıştır. Burada genel olarak alimlerin sözleri kendi içinde bir muhalefet gösterdiği zaman onlara beslenilen hüsnü zan gereği bu sözleri en uygun biçimde tevil etmek gerektiğine inanıyoruz. Zira hüsnü zannı bırakıp tevilden uzak kaldığımız zaman alimlerin aynı konuya dair farklı zamanlarda farklı iddialarda bulunduklarını iddia etmemiz gerekir biz öncelikle rabbani alimlere karşı böyle bir tutum sergilemekten Allah’a sığınırız. O halde yapılması gereken bu ifadelerin sadece birisi ile yetinmek değil hepsini bir arada değerlendirerek uygun ve sahih bir tevil yoluna gitmektir.

Şeyhul İslam’ın bu hadise dair tüm görüşlerini bir araya topladıktan sonra kanaatimizce onun bu konudaki sözlerini şu şekilde özetleyebiliriz:

Bu adam kendisine risalet hüccetinin ulaşmadığı bir dönemde yaşamaktadır. Adam oldukça günah işlemiş ve ölüm kendisine geldiği zaman işlemiş olduğu bu günahlardan dolayı Allah katında göreceği azap aklına gelmiştir. Aşırı korkusundan ise ne söylediğini bilmez bir şekilde (irade ve istem dışı) çocuklarına böyle bir vasiyette bulunmuştur. Adam küllerinin yarısı denizlere yarısı ise rüzgârda karaya savrulduğu zaman Allah’ın kendisini diriltmeyeceğini düşünmüştür. Adamın Allah’tan aşırı derecede korkması ve hatta bu korku sebebiyle ne söylediğini bilmeyecek hale gelmesi bununla beraber aslen Allah’a iman eden bir kimse olması Allah tarafından bağışlanmasına vesile olmuştur. Şeyhul İslam’ın sözlerinin birbiri ile uzlaştırılması kanaatimizce ancak bu şekilde mümkündür. Bununla birlikte daha uygun bir şekilde tevil etmenin de mümkün olableceğini peşinen kabullendiğimiz söylemekte fayda vardır.

Şeyhul İslam İbn-i Teymiye’nin hadise dair görüşlerini bu şekilde tevil ettikten sonra ikinci adımda görüşlerinin sıhhati üzerinde durmakta fayda vardır. Öncelikle belirtmekte fayda vardır ki, bu hadisin tevili noktasında 6 farklı görüş ileri sürülmüştür. Ancak bu görüşlerin içerisinde ittifakla kabul görmemiş görüş bu adamın Allah’ın sıfatını inkar ettiği ya da Allah’ın sıfatından şüpheye düştüğü görüşüdür. Zira kudret sıfatı Allah’ın bilinmesi zaruri olan sıfatlarındandır. Bununla birlikte adamın bu noktada zaten bir şüphesi de bulunmamaktadır. Adam yeniden diriltileceği gün Allah’ın kendisine günahlarından dolayı alemde hiç kimseye etmeyeceği bir şekilde azap edeceğini düşünmektedir. En azından bu adam hangi fiillerinin günah olduğunu kısmen da olsa bilmektedir. İşlemiş olduğu bu günahlardan dolayı da Allah’ın kendisine azap edeceğine inanmaktadır. Böyle bir inancın sahibinin Allah’ın bilinmesi zaruri sıfatlarından bir sıfatını bilmediği ve bundan şüpheye düştüğü kabullenilemez. Bununla birlikte konuya dair yorum yapan tüm alimlerin de belirttiği gibi adamın ittifakla küfür olan Allah’ın kudretin sıfatını inkar etmesi ve bunun sonucunda da affedilmesi uzlaştırılamayacak iki durumdur. İşte tüm bu nedenlerden dolayı Şeyhul İslam İbn-i Teymiye (Rahimehullah)‘ın adamın kudret sıfatını ya da yeniden dirilmeyi inkar ettiği ve bunlarda şüpheye düştüğü görüşü kabulden uzak oldukça zayıf bir görüştür.

Adamın ölümün dehşeti anında korkusundan dolayı ne söylediğini bilmeyerek bu sözleri sarfetmesi görüşü her ne kadar Hafız İbn-i Hacer tarafından doğruya en yakın görüş kabul edilse de bu görüşünde oldukça zorlama bir görüş olduğunu düşünmekteyiz. Zira adam ne dediğini gayet iyi bilmektedir. Kendisinin çok günahkar olduğunun bilincindedir. Allah (Subhanehu ve Teala)‘nın insanları yeniden dirilttiği gün bu günahlarından dolayı kendisine oldukça büyük bir azap edeceğini bilen ve bundan dolayı vasiyette bulunan bir kimsenin ne söylediğini bilmememesi düşünülemez. Özellikle Şeyhul İslam İbn-i Teymiye’nin bu adamı devesini kaybeden adama benzetmesi oldukça zayıf bir kıyastır. Zira o adam devesini kaybetmiş uzun süre aramış bulamamış ve artık kendisini çölde suuz ve aç kalmanın neticesinde ölüme teslim etmiştir. Aşırı yorgunluk ve bitkinlikten uyuya kalmış ve bir ara uyanınca karşısında aniden devesini görmüş ve ağzından bütünüyle kendi iradesi dışında kelimeler çıkmıştır. Çölde devesini kaybeden bu adamın durumu ile günahlarından dolayı Allah’ın kendisine azap edeceğini gayet bilinçli bir şekilde bilen ve bundan dolayı da çocuklarına vasiyette bulunan adamın durumunu kıyaslamak kanaatimizce doğrudan oldukça uzak bir görüştür.

Hemen burada yeri gelmişken üzerinde durmak istediğim diğer bir konu ise Şeyhul İslam İbn-i Teymiye’nin “Allah güç yetirirse sözünü takdir, hüküm müsamaha göstermek şeklinde tevil edenler çok uzak bir tevil yaptılar ve sözü kendi konumundan başka başka bir yerde kullandılar” görüşünün de hatalı bir görüş olduğunu vurgulamak isterim. Zira bütün dil alimleri ve müfessirler hadiste geçen “Kadera” fiilinin bu anlama geldiğinde ittifak etmişler ve bu anlamda kullanıldığı bir çok ayet getirmişlerdir. Bundan dolayı hadiste adamın “Allah güç yetirirse” ifadesini “Allah takdir etmişse, Allah beni sıkıştırır ve zorlarsa” şeklinde tevil etmek en azından Arapça dil kurallarına uygundur ve sözü kendi konumu dışında kullanmak değildir. Bundan dolayı da Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz’in “ElCamiu Fi Talebil İlmiş Şerif” isimli eserinde “Böyle tevil edenler kelimeleri tahrif ettiler” şeklindeki ifadesine de katılmak mümkün değildir. Yeri gelmişken burada Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz’in hadise dair adamın sıfatları inkar ettiğini ve risalet hüccetinden uzak olması sebebiyle bunun kendisi için mazeret teşkil ettiği görüşüne de yukarıda izah etmiş olduğumuz sebeplerden dolayı katılmadığımızı belirtmekte fayda vardır.

Sonuç

Sonuç olarak bu küçük makalemizde izah etmeye çalıştığımız iki önemli husus vardır. Bunlardan birincisi günümüzde irca ehlinin kül hadisini getirerek Şeyhul İslam İbn-i Teymiye’nin konuya dair sözlerinden sadece bir kısmını almaları ve sadece bu kısımla cehaletin mutlak manada sahibi için bir özür teşkil ettiğini iddia etmeleri öncelikle boş ve temelsiz bir iddiadır. Ve aynı şekilde bu Şeyhul İslam’a kendi hevalarında bulunanı tasdik etmek ve büyük bir iftiradır. Zira konuya dair İbn-i Teymiye’nin sözleri getirilecekse bir bütünlük içerisinde getirilmeli ve Şeyhul İslam’ın konu hakkındaki sözleri bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Ki yukarıda da izah ettiğimiz gibi Şeyhul İslam’ın bu konudaki görüşleri tevile muhtaçtır ve kanaatimizce en uygun tevili de bizim yukarıda yapmış olduğumuz gibidir.

Bu makalemizde ele almaya çalıştığımız diğer bir husus ise Şeyhul İslam’ın bu konudaki görüşlerini bir bütünlük içerisinde ele alsak dahi bu görüşünün hatalı olduğunu beyan etmektir. Bunu özellikle belirtiyoruz ki bu hadis çerçevesince yorum yapan muasır alimlerimizin konuyu sadece Şeyhul İslam İbn-i Teymiye’nin görüşleri etrafında ele almaya çalışmaları ve bunun neticesinde de hatanın üzerine hata inşa etmeleri oldukça hatalı sonuçların doğmasına sebep olmaktadır. Hadise dair deyat bilgi isteyen okurlarımızım konuyu “Cehalet Özrü” isimli kitabımızdan incelemerini tavsiye ederiz.

Hiç şüphesiz bidayette ve nihayette hamd Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Salât ve selam Nebimiz Muhammed’in üzerine olsun.

Murat GEZENLER

                                                                                                                                                      27/Şubat/2009

                                                                                                                                                                Dımeşk

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Buhari, Enbiya 54, Rikaak 25; Müslim Tevbe 25, 27; Nesai Cenaiz 117.

 

Mecmuul Fetava, 11/408-411.

Mecmuul Fetava, 3/74.

Mecmuul Fetava, 3/102

Mecmuul Fetava, 7/191

Diğer yerler için bkz. Mecmuul Fetava; 20/10, 23/102, 28/140, 35/49.

Camiuur Resail, 1/159.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

Kül Hadisi Şüphesi – Murat Gezenler

16/05/2009 at 12:10 pm (Cehalet Özrü) (, , , , , , )

 

İçinde yaşadığımız şu zaman ve şu mekânda İslam coğrafyasında hüküm süren tağutların, onların destekçilerinin ve kullarının şirk amellerini cehaletleri sebebi ile özür telakkî eden irca ehlinin getirmiş olduğu delillerden bir tanesi de “Kudret Hadisi” olarak bilinen şu rivayettir:

İmam Buhari ve Müslim’in Ebu Hüreyre’den Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)‘in şöyle dediğini rivayet eder:

“Bir adam nefsine zulmetmiş ve ölümü anında oğullarına şöyle vasiyet etmişti:

«Öldüğüm zaman beni yakın, kül haline getirin ve sonra denize saçın. Vallahi eğer rabbim beni diriltmeye güç yetirirse hiç kimseye azap etmediği şekilde bana azap eder.»

Sonra Rasulullah dedi ki:

«Oğulları adamın bu isteğini yaptılar.» Allah yeryüzüne dedi ki: «Aldığını geri ver.» O an adam dirildi ve kalktı. Allah (Subhanehu ve Tealâ) ona «Bu yaptığın şeye seni sevkeden nedir?» diye sordu. Adam: «Senden korkumdur ya Rabbi» dedi. Bu söylediğinden dolayı Allah onu affetti.” 

Cehalet heveslisi kesimler bu hadisi okuduktan sonra şöyle demektedirler:

“Hadiste de görüleceği üzere bu adam Allah’ın kendisini yeniden diriltebileceğini bilmiyordu. Ancak buna rağmen Allah kendisini affetti. İşte bu cehaletin mazeret olduğunun bir delilidir. Günümüzde Allah’a şirk koşan insanlar da cehaleten şirk koştukları için mazeret sahibidirler. ”

Allah’a hamd olsun ki onların bu delilleri diğer delilleri gibi boş ve bâtıldır. Aynı zamanda aramızdaki ihtilafa dair bir delil de değildir. Konunun ayrıntıları şu şekildedir:

1- Vermiş olduğumuz bu hadis farklı lafızlarla rivayet olunmuş ve bununla beraber İslam âlimleri arasında oldukça farklı şekilde tevil edilmiştir. Nitekim bunun açıklaması aşağıda gelecektir. Ancak burada bir an için lafız farklılıklarını ve hadise dair bütün tevilleri görmezden gelerek “Hadiste geçen bu kişi Allah’ın kendisini yeniden diriltmeye kudret sahibi olduğundan şüphe ediyordu. Ancak Allah bu adamı affetti” şeklinde bir görüşün mutlak doğru olduğunu farzetsek dahi bu irca ehli için özellikle konumuza dair bir delil değildir. Zira hadisin hiçbir rivayetinde adamın cehaletinden dolayı affedildiği kaydedilmiş değildir.

Hatırlanacağı üzere özellikle Zat-u Envat hadisine dair açıklamalarda bulunurken “Delilin durduğu yerde durmak ve gittiği yere kadar gitmek gerekir” demiştik. Bilinmelidir ki bir nassın tefsir ve şerhedilmesi farklı bir durumdur, nassa nasta olmayan şeyleri ilave etmek farklı bir durumdur. Bu hadiste ise adamın Allah (Subhanehu ve Tealâ) tarafından affa mazhar olmasının sebebini bildiren hiçbir karine yoktur. Adam Allah tarafından affedilmiştir ancak bunun sebebi nasta bildirilmemiştir. Bu yüzden “Allah adamı cahil olduğu için affetti” şeklinde bir görüş sunmak nassa ilavede bulunmaktan başka bir şey değildir. Burada “O halde Allah (Subhanehu ve Tealâ) bu adamı kudret sıfatından şüphe ettiği halde niçin affetti?” diye sorulacak olursa vereceğimiz cevap nettir:

“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunu bize bildirmemiştir. Rasulullah’ın bildirmediği bir şeyi onun sözüne ilave edemeyiz. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)‘in söyledikleri ile yetinir bu hadisten, ne kadar çok günahımız olursa olsun Allah’ın rahmetinden ümit kesmememiz gerektiğini anlarız.” 

2- Bu hadisin irca ehli için delil olamayacağının bir başka yönü ise şudur: Bizim irca ehli ile ihtilafımızın aslı Allah’ın dinini din edinmeyen, Allah’ın dininden başka bir dini (demokrasi dinini) din edinen, parlamentolarında Allah’ın indirdiğini önemsemeksizin kanun ve yasa ihdas eden, onları koruyan, destekleyen ve kollayan kimseler hakkındadır. Bizler Allah’ın indirdiği şeraiti önemsemeksizin kanun ve hüküm koyanların, onların destekçilerinin ve kullarının aslen kâfir olduklarını söylüyoruz. Ancak irca ehli cehaleti sonucu İslam dinini din edinmemiş, Allah’ın dininden başka dinlere intisap etmiş kâfirleri bu cehaletleri sebebiyle mazur görmektedir. Buna karşılık bu iddialarını da yukarıdaki hadis ile ispat etmeye kalkmaktadırlar. Hâlbuki İmam Ahmed, Ebu Hureyre’den ve İbn-i Mes’ud’dan (radıyallahu anhuma) bu hadisi “Tevhid dışında hayır adına hiçbir amel işlememiş” şeklinde rivayet etmiştir. Özellikle Ebu Hureyre rivayetinde hadisin başında ve sonunda adamın tevhid ehli olduğu iki defa olmak üzere rivayet edilmiştir. Kastalani “Allah katında hiçbir hayır olmaması demek umumî olarak bütün hayırların nefyi demek değildir. Aksine tevhid dışında her şey nefyedilmiş ve sırf tevhidi sebebiyle kendisine mağfiret edilmiştir. Yoksa eğer onun tevhidi söz konusu olmasaydı cezası kesin olur ve kendisine mağfiret edilmezdi” demiştir. Bundan dolayı adamın tevhid ehli bir Müslüman olduğu ittifakla sabittir. Hadise dair yorum yapan âlimlerin hemen hemen hepsi hadisi her ne kadar farklı şekillerde tevil etselerde bu adamın muvahhid ve Müslüman olduğu hususunda ihtilaf etmemişlerdir. Aslen tevhid ehli olan bir adamı tevhid ile hiçbir ilgisi olmayan, tevhide düşmanca tavırlar sergileyen, Allah’ın dinini din edinmeyen, bütün hayatlarını şirk dini üzere ikame eden bir toplumla kıyaslamak irca ehlinin basiret durumunu ortaya koyması açısından oldukça güzel bir göstergedir.

Bu noktada sözün özü şudur: Aslen Müslüman olan ve Allah’ı tevhid eden ancak cehaleti sonucu kendisinden şirk ve küfür ameli sadır olan kimsenin durumu ayrı bir konudur, Allah’ın dinini din edinmeyen ve Allah’ın dininden başka dinler edinen cahillerin durumu, ayrı bir konudur. Cehalet özrüne dair şüpheler konusunun mukaddimesinde de söylediğimiz gibi bu iki durum asla kıyaslanamayacak bir durumdur. Ancak Muasır Mürcie’nin getirmiş olduğu delillerin tamamı aslen Müslüman olan tevhid ehli kimselerden sadır olmuş amellere dairdir. İşte onların bu şüpheleri de aynı şekildedir.

3- Bu rivayetin irca ehli lehine delil olamayacağının bir başka yönü ise hadisin lafızlarındaki farklılıklardır. Ancak cehalet heveslisi çevreler hadisin rivayetinde mevcut bu lafız farklılıklarını bir kenara bırakarak sadece tek bir lafızla istidlalde bulunmaya çalışmaktadırlar. Bu ise kişinin kendi akîdesini Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)‘e söylettirme çabasından başka bir şey değildir.

Hadis, kaynaklarda birçok lafız farklılığı ile gelmiştir. Bunlardan bir kısmında yukarıda verdiğimiz gibi zahiren lafız itibarıyla adamın Allah’ın kudret sıfatından şüpheye düştüğü geçerken, bir kısmında adamın sadece günahkâr bir kimse olduğu ve Allah’tan çok korkmasından dolayı affedildiği geçmektedir. Özellikle bu rivayetlerde adamın Allah’ın kudretine dair bir şüphe ve inkâr söz konusu değildir. Müslim’de geçen bir başka rivayette ise adam Allah’ın kendisine azap etmeye kadir olduğunu ikrar etmektedir.

Hadisin değişik rivayetlerinde görülen bu lafız farklılıkları nassın delaletinin bütünüyle zanni olduğunu, rivayetin konuya delaletinin muhkem olmadığını göstermektedir. O halde bu rivayet asli bir delil değil bilakis asli delillere uygun bir şekilde tevil edilmesi gereken bir delildir. Zira hadisteki lafız farklılıklarından bir tanesini seçerek diğerlerini görmezden gelmek bütünüyle gayri ilmi bir davranıştan başka bir şey değildir. Bundan dolayı hadisin bütün lafızlarıyla beraber ve konuya dair diğer naslarla beraber değerlendirilmesi gerekmektedir. Muhaliflerimizin sadece bu rivayeti ele alarak, onun tek bir lafzı ile günümüz müşriklerini cehaletlerinden dolayı mazeret ehli görmeleri bu sebepten dolayı da bâtıl bir delillendirmedir.

4- Hadisin konumuz açısından delaletinin zanniliği sadece lafız farklılıkları ile kalmamaktadır. Bununla beraber özellikle cahil kalan kişinin ve cahil kalınan ortamın sıfatlarının hadisin lafzında geçmemesi rivayeti bütünüyle konumuz açısından delil olmaktan çıkarmaktadır.

Acaba bu adamın cehaleti kendi kusurundan mı kaynaklanıyor yoksa arızi hallerden mi kaynaklanıyor? Adam herhangi bir rasulün uyarına muhatap kaldı mı kalmadı mı? Adamın cehaletini giderme imkânı var mıydı yok muydu? Adamın cehaletinin kaynağı, geçmiş atalarını taklit etmek, risalet hüccetinden yüz çevirmek, dünya ile meşgul olmasından dolayı sahih bilgiden yoksun kalmak ya da buna benzer bir sebepten mi kaynaklanıyordu? … Bu ve buna benzer soruları uzatmak mümkündür. Ancak şu açıktır ki; gelen rivayetlerde adamın hakkında bu sorularımıza cevap olacak mahiyette hiçbir bilgi yoktur. Bu kadar bilgi darlığı içinden “Cehalet mazerettir” şeklinde hüküm çıkarmak ise cehaletin mazeret olduğunu ispat etmek için bütün varını yoğunu ortaya koyan bunun sonucunda da nasları anlamaktan cahil kalan irca ehlinin büyük bir hüneri olsa gerek.

Cehalet özrüne dair girişte de söylediğimiz gibi konu İslam âlimleri tarafından zaman, mekân çerçevesi içinde ele alınmıştır. Eğer cehalet kişinin kendi kusurundan kaynaklanıyorsa temel kaide; bu kimsenin cehaletinin asla mazeret olmadığıdır. Yine aynı şekilde cehaletin kaynağı taklit, ittiba ya da kendi içinde bulunduğu hali hoş görme gibi sebepler ise bu kimsenin cehaleti mazeret değildir.

Bizim irca ehli ile aramızdaki ihtilaf, İslama dair sahih bilginin ortada olduğu bir dönemde kişilerin kendi kusurları sonucu meydana gelen cehaletin mazeret olup olmadığıdır. Bizim ihtilafımız Allah’ın dinini önemsemeyen, Allah’ın dini adına doğru bilgiye ulaşma gibi bir gayret göstermeyen, babalarını körü körüne taklit eden bir toplumun durumu hakkındadır. Peki, hadiste bu adamın cehaletinin sebeplerine dair herhangi bir açıklama ya da ipucu var mıdır? Tüm bu kapalılık ortada iken nasıl bu hadiste bahsi geçen adamla günümüz toplumu kıyaslanarak cahillikleri sebebiyle mazeretli oldukları iddia edilebilir?

Hadise Dair Âlimlerin Tevilleri

Burada söz konusu hadise dair âlimlerin nakillerini aktarmakta fayda vardır. Âlimler hadise dair şu tevillerde bulunmuşlardır:

1- Bu adamın sözünü Allah’ın kudret sıfatını inkâr ettiği şeklinde yorumlamak sahih değildir. Zira bundan şüphe etmek küfürdür. Ancak adam bu yaptığını Allah’tan korktuğu için yapmıştır. Kâfirler ise Allah’tan korkmaz ve kendisi de affedilmez. Bundan dolayı hadisin iki türlü tevili vardır. Mana ya Allah bana azap etmeyi takdir etmiş ise şeklinde ya da Allah beni sıkıştırırsa şeklindedir.

2- Âlimlerden bir kısmı ise lafzın zahiri üzere alınacağını söylemişlerdir. Onlara göre bu adam sözün hakiki anlamını kastetmemiş, ölümün korkusu, şiddet ve dehşeti anında ne söylediğini bilmeksizin bu sözleri sarfetmiştir. Bu devesini bulunca “Sen benim kulumsun ben de senin rabbinim” diyen adamın durumu gibidir. Bundan dolayı adam aklı başında olmayan gafil hükmündedir. Bu durumda ise muaheze yoktur. 

3- Bu söz Arapların mecaz üsluplarındandır. Buna Arap edebiyatında şekke yakîn karıştırmak denir. Söz ifade olarak şüphe bildirir ancak maksat şüphe değil yakınen ilimdir.

4– Bu adam fetret dönemimde yaşamıştır. Fetret döneminde yaşayan kimseler için sorumluluk sadece mücerred tevhiddir.

5- Onların şeriatine göre kâfirin affedilmesi caiz olabilir. Bizim şeraitimizde ise böyle bir şey yoktur.

6- Bu adamın cehaleti Allah’ın sıfatları hakkında idi. Nitekim Allah’ın sıfatları hakkında cehalet hüccet ikamesinden önce sahibi için bir mazerettir.

Hadis Âlimler Tarafından Niçin Tevil Edilmiştir?

Burada bir noktaya daha temas etmekte fayda vardır. İrca ehli devamlı surette Müslümanları Ehlisünnet çizgisinden çıkmakla suçlamakta ve Ehlisünnetin asıl kaide olarak cehaleti mazeret gördüğünü iddia etmektedir. Ancak bu hadise dair yorum yapan onlarca âlimin sözleri Muasır Mürcie’nin bu konuda ne büyük bir yalan söylediğini, İslam âlimlerine ne şekilde bir iftira attığını ortaya koymaktadır. Zira şayet asıl kaide cehaletin mazeret olduğu şeklinde olsa idi bu hadis hiçbir şekilde tevil edilmez ve âlimlerin hepsi tarafından şu sözler söylenirdi:

“Bilindiği üzere bizim inancımıza göre cehalet bir mazerettir ve bu hadiste cehaletin mazeret olduğuna açık bir delildir.”

Ey okuyucu kardeşim! Bil ki irca ehlinin Müslümanları Ehlisünnet çizgisinin dışına çıkmakla suçlaması bütünüyle bir iftiradır. Hâlbuki kendileri getirdikleri her bir delilde Ehlisünnet çizgisinin dışına fersah fersah çıkmışlardır. Ehlisünnet âlimlerinin dinin hükümlerinden istinbatta bulunurken sergiledikleri tavır şudur:

İslam âlimleri şeraitin külli naslarından temel kaideleri ortaya koymuşlar, bu temel kaideye aykırı gelen cüz’i nasları kaideye uygun bir şekilde tevil etmişlerdir. Bundan dolayı İmam Şatıbi “Kesin naslarla bir külli kaide sabit olduktan sonra bu kaidelere zahiren herhangi bir şekilde muhalefet gösteren bir nas olursa ikisinin arası bulunmalıdır” demiştir. Nitekim usul ilminde temel olan bir nassın zahiri dinde bilinen temel kaidelere muhalefet gösterdiği zaman o nassın tevil edilmesidir. Nitekim İmam Nevevi Sahihi Müslim şerhinde tevhid ehlinin mutlak surette cennete gireceğini ve bu hususun Ehlisünnetin temel bir kaidesi olduğunu söyledikten sonra “Bu kaide kitap, sünnet ve icma ile sabit olmuş bir kaidedir. Aynı şekilde bu kaide üzerinde tevatüren kat’i bilgi hâsıl olmuştur. Bundan dolayı bu sabit kaide ile zahiren muhalefet eden bir başka hadis ile karşılaştığımız zaman o hadisi bu kaideye uygun bir şekilde tevil etmemiz vaciptir ki böylece naslar arasını cem etmiş olalım.”

İşte Ehlisünnetin çizgisi budur. Ehlisünnet âlimleri temel olarak cehaleti bir mazeret görmemeleri sebebiyle yukarıdaki hadisin zahirini terk etme ya da hadisi farklı şekillerde tevil etme girişiminde bulunmuşlardır. Nitekim yukarıda vermiş olduğumuz hadisi küçük bir azınlık hariç gerek hadis âlimleri, gerek müfessirler gerekse de fakihler söz birliği etmişçesine tevil etmişlerdir. Her ne kadar âlimlerin hadise dair tevilleri farklı da olsa sonuçta hadisin tevil edilmesi asıl kaideye muhalefet etmesinden dolayıdır. İşte bu hadisin hemen hemen bütün âlimler tarafından tevil edilmesi irca ehlinin “İslam âlimlerinin hepsi cehaleti mazeret görmüşlerdir” yalanını açığa çıkaran bir delildir.

İmam Kurtubi tefsirinde bu konuya değinirken “Kimileri İblis’in o adamı kandırdığını ve Allah’ın onu cezalandırmasının mümkün olmadığı zannına düşürdüğünü söylemişlerdir. Ancak bu görüş reddedilen bir görüştür. Çünkü böyle bir zan küfürdür” demiştir. Nitekim aynı şekilde Ebul Ferec İbnul Cevzi de hadisin zahiri gereği adamın Allah’ın kudret sıfatını bilmediği yönündeki görüşün kabul edilemeyeceğini zira bunun küfür olduğunu ancak bu adamın Müslüman olduğunu belirtmiştir.

Bu noktada sözün özü âlimlerin hemen hemen tamamının bu hadisi farklı şekillerde tevil etmeleri hadisin bu anlamıyla zahiren şeraitin külli kaidelerine muhalefet ettiğini açıkça göstermektedir ki o da dinin aslında cehaletin mazeret olmadığıdır. Şayet bu sahibi için bir özür teşkil etseydi yukarıda da değindiğimiz gibi İslam âlimleri tarafından hadisin farklı şekillerde teviline hiç gerek kalmazdı.

Hadise Dair İbn-i Teymiye’nin Görüşü

Burada yeri gelmiş iken kül hadisine dair Şeyhul İslam İb-i Teymiye (rahimehullah)’ın görüşüne değinmekte fayda vardır. Zira özellikle bugün kül hadisinin mutlak anlamda cehaletin mazeret olduğuna dair delil olduğunu ileri süren çevreler bu noktada açıkça söylemek gerekirse Şeyhul İslam’ı da istismar etmektedirler. Bununla beraber konuya dair tartışmaların eksenini İbn-i Teymiye (rahimehullah)‘ın görüşlerinin oluşturması ve cehaletin mutlak anlamda özür olduğunu iddia edenlerin de, buna muhalif olarak cehaletin mutlak anlamda özür olmadığını iddia edenlerin de yukarıdaki hadise dair Şeyhul İslam İbn-i Teymiye’nin görüşlerini kendi lehlerinde delil getirmeleri de ortaya oldukça ilginç bir durumun çıkmasına sebep olmuştur. İşte böyle ilginç bir vakıa ile karşılaşmamız bizim Şeyhul İslam (rahimehullah)‘ın bu konu etrafındaki görüşlerini derli toplu bir şekilde incelemeye sevketmiştir. Acaba İbn-i Teymiye bu hadise dair tam olarak ne demiştir? Ve dedikleri ne oranda doğrudur?

İbn-i Teymiye konuya geniş bir şekilde “Mecmuul Fetava” isimli eserinde hafi meselelerde kişinin tekfir edilmesi konusunda değinmiştir. İslam’a yeni giren bir kimsenin tevatür yolla sabit olan farzları bilmemesinden dolayı ya da ancak risalet yolu ile bilinebilecek hususlarda kendisine hüccet ikame edilmemesi sebebiyle cahil kalan kimsenin tekfir edilmeyeceğini söyledikten sonra bu konuya değinmiş ve şöyle demiştir:

“Adam bu şekilde kül olup dağıldıktan sonra, Allahın kendisini diriltmeye tekrar güç yetiremeyeceğini ve eski haline dönderemeyeceğini zannetmiştir. Bunların her biri ise Allah’ın kudretini inkâr ve küfürdür. Ancak o Allah’a, O’nun emirlerine, nehiylerine iman eden, O’ndan korkan ancak cehaleten, saparak, hataya düşerek bunu yapan bir kimsedir. Allah (Subhanehu ve Tealâ) bundan dolayı adamı affetmiştir. Hadis, bu kişinin bu fiili yaparken tekrar diriltilemeyeceğini umarak yaptığını açıkça bildirmektedir. En azından bu kişi diriliş hakkında şüphe etmekte idi. Bu ise küfürdür. Nübüvvet hücceti ikame edildiğinde onun kâfir olduğuna hükmedilir. Eğer Allah güç yetirirse sözünü takdir hüküm müsamaha göstermek şeklinde tevil edenler çok uzak bir tevil yaptılar ve sözü kendi konumundan başka bir yerde kullandılar. Çünkü hadiste geçen bu kimse tekrar bir araya getirilip diriltilmemek için kendisinin yakılmasını ve küllerinin saçılmasını emretmiştir. O öyle demişti:

İkinci cümlenin birinci cümlenin sebebi olduğu açıktır. O kişi bunu Allah (Subhanehu ve Tealâ) kendisini diriltip güç yetiremesin diye yaptı. Eğer o kişi bu şekilde kendisini yakıp savurduğunda Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın ona azap etmeye kudretinin olduğuna inanıyor olsaydı, bu şekilde cesedini yaktırmasının bir anlamı olmazdı.”

“Bu kişi Allah’ın sıfatlarının hepsini tam olarak bilmediği için O’nun “kadir olma” sıfatını da bilmiyordu. Mü’minlerden çoğu da bu kimse gibi Allah’ın sıfatlarını bilmemektedir. Bundan dolayı kâfir olmazlar.”

Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın isim ve sıfatlarından bazılarını bilmemek kişiyi kâfir yapmaz. Rasulun getirdiği şeyleri kabulleniyor fakat ailesine cesedini yakıp küllerini savurmasını emreden kişi gibi kabullenmediğinde kafir olmasını gerektirecek bazı şeyler hakkında bilgi kendisine ulaşmadığından dolayı bilmiyor ise kafir olmaz.

İsrailoğullarına mensup bu kişi hakkında en doğru söz, onun mücmel bir imana sahip olduğu, fetret döneminde yaşıyor olması nedeniyle Allah’ın sıfatları hakkında ayrıntılı bilginin kendisine ulaşmadığıdır. Böylece o, kendisinde bulunan az bir imanla Cennet’e girmiştir. O’nun bu husustaki durumu daha önce ayrıntısı geçen Zeyd b. Amr b. Nufeyl’in durumu gibidir.”

Bizim tespit edebildiğimiz kadarıyla Şeyhul İslam konuya “Mecmuul Fetava” isimli eserinde 8 ayrı yerde daha değinmiştir. Yine bu açıklamalarından birinde vaid içerikli tehditlerin muayyen kişilere indirilmesi meselesinde kişilerin yapmış oldukları iyilikler sebebiyle ya da şefaat gibi sebeplerle affolunabileceğini, kişilerin ancak risalet yolu ile bilmeleri mümkün olan hususlarda risalet hüccetinin ulaşmaması sebebiyle cahil kalmalarının kendileri için bir mazeret olduğunu izah ettikten sonra “Bu adam Allah’ın kudretinden şüphe etmekteydi. Allah’ın kendisini eski haline tekrar döndüremeyeceğine inanıyordu. Bu Müslümanların ittifakı ile küfürdür. Lakin adam cahildi ve bunu bilmiyordu” demiştir. Yine aynı şekilde birebir bu sözlerini Mecmuul Fetava’da farklı bir yerde de tekrar etmiştir.

Şeyhul İslam bir başka yerde ise Hz. Ali’nin Haruriye fırkası ile savaşında Harurilerin tekfir edilip edilmemesi meselesinde de bu hadise değinmiş, Cehmiye’nin sıfatlara dair sözlerinin çoğu zaman insanların avamından gizli kalabileceğini, hafi meselelerde bu gizliliğin avam için bir mazeret olduğunu belirtmiş ve arkasından bu hadisi getirerek adamın Allah’ın kudretinden şüphe ettiğini ancak risalet hüccetinin kendisine ulaşmaması sebebiyle Allah tarafından affolunduğunu söylemiştir.

Şeyhul İslam’ın Mecmuul Fetava isimli eserinde konuyu değerlendirmesi genel olarak “Umumi Tekfir Muayyen Tekfiri Gerektirmez” meselesinde ele aldığı, bazı arızi sebepler dolayısıyla kişilerin cehaletleri sebebiyle tekfir edilemeyeceğini belirtmiş ve bu hadisi delil olarak getirmiştir. 

İbn-i Teymiye (Rahimehullah)‘ın “Mecmuul Fetava” isimli muhteşem eserinde konuya dair düşünceleri işin aslı tam bir tutarlılık gösterirken aynı hadis hakkında “Camiur Resail” isimli eserinde değerlendirmeleri biraz daha farklılık arzetmektedir. Zira Şeyhul İslam bu eserinde Cehmiye’nin tekfiri meselesinde Allah (Subhanehu ve Teala)‘nın ümmetin üzerinden unutma ve hata gibi durumlarda sorumluluğunu kaldırdığını belirttikten sonra uzun uzun bu hadise değinmiş, hadisin mütevatir olduğunu iddia etmiş arkasından adamın genel olarak Allah’a, ahiret gününe, Allah’ın ölümden sonra yeniden diriltip ecir ve ceza vereceğini bildiğini ancak korkusunun şiddetinden dolayı bu sözleri sarfettiğini söylemiştir. Daha sonra ise hadiste söz konusu edilen adamı çölde devesini kaybedip bulduktan sonra Allah’a “Ben senin rabbinim sen de benim kulumsun” diyen kişiye benzetmiştir.  

Öncelikle belirtmek gerekirse Şeyhul İslam’ın gerek Mecmuul Fetava isimli eserinde gerekse Camiur Resail isimli eserindeki sözleri zahiren birbiri ile çelişkili gibi görünmektedir. Zira öncelikle adamın kudret sıfatı ve yeniden dirilme gibi temel meselelerde cahil kaldığını ancak risalet hücceti kendisine ulaşmadığı için bu cehaletinin mazeret olduğunu söylemiştir. Bununla birlikte bir başka yerde meselelerin hafi, avamdan gizli kalabilecek meseleler olduğunu söylemiş ve son olarak da adamın sözünü intifaul kasta (istem dışı harekete) bağlamıştır. Burada genel olarak âlimlerin sözleri kendi içinde bir muhalefet gösterdiği zaman onlara beslenilen hüsnü zan gereği bu sözleri en uygun biçimde tevil etmek gerektiğine inanıyoruz. Zira hüsnü zannı bırakıp tevilden uzak kaldığımız zaman âlimlerin aynı konuya dair farklı zamanlarda farklı iddialarda bulunduklarını iddia etmemiz gerekir. Biz öncelikle rabbani âlimlere karşı böyle bir tutum sergilemekten Allah’a sığınırız. O halde yapılması gereken bu ifadelerin sadece birisi ile yetinmek değil hepsini bir arada değerlendirerek uygun ve sahih bir tevil yoluna gitmektir.

Şeyhul İslam’ın bu hadise dair tüm görüşlerini bir araya topladıktan sonra kanaatimizce onun bu konudaki sözlerini şu şekilde özetleyebiliriz:

Bu adam kendisine risalet hüccetinin ulaşmadığı bir dönemde yaşamaktadır. Adam oldukça günah işlemiş ve ölüm kendisine geldiği zaman işlemiş olduğu bu günahlardan dolayı Allah katında göreceği azap aklına gelmiştir. Aşırı korkusundan ise ne söylediğini bilmez bir şekilde (irade ve istem dışı) çocuklarına böyle bir vasiyette bulunmuştur. Adam küllerinin yarısı denizlere yarısı ise rüzgâr ile karaya savrulduğu zaman Allah’ın kendisini diriltmeyeceğini düşünmüştür. Adamın Allah’tan aşırı derecede korkması ve hatta bu korku sebebiyle ne söylediğini bilmeyecek hale gelmesi sebebiyle bu sözleri sarfetmesi ve bununla beraber aslen Allah’a iman eden bir kimse olması Allah tarafından bağışlanmasına vesile olmuştur.

Şeyhul İslam’ın sözlerinin birbiri ile uzlaştırılması kanaatimizce ancak bu şekilde mümkündür. Bununla birlikte daha uygun bir şekilde tevil etmenin de mümkün olabileceğini, peşinen kabullendiğimizi söylemekte fayda vardır.

Hadisin Teviline Dair Görüşlerin Tahkiki

Burada hadisin tevili hususunda gerek yukarıda vermiş olduğumuz altı ayrı görüşün gerekse Şeyhul İslam İbn-i Teymiye’nin görüşlerinin tahkik edilmesinde fayda vardır.

Hadisin tevili noktasında görüşlerden bir tanesi adamın bu sözleri kendisine ölüm yaklaştığı bir zaman, sekr halinde ne söylediğini bilmez bir durumdayken söylediğidir. Adam çok günah işlemiş ve ölüm anı geldiğinde bu günahlarından dolayı çok büyük bir azaba maruz kalacağını anlamıştır. Bu korku sebebiyle ne dediğini bilmez bir hale düşmüştür.

Bu görüş Şeyhul İslam İbn-i Teymiye’nin “Camiu-r Resail” isimli eserinde kabul ettiği görüştür. Bununla beraber Hafız İbn-i Hacer bu görüşün en güçlü görüş olduğunu söylemektedir. Ancak bizim kanaatimizce hadisin bu şekilde tevil edilmesi oldukça zorlama bir tevildir. Zira adamın ifadelerinin böyle bir ortam içinde söylendiğine dair hiçbir delil yoktur. Şayet “Hadiste adamın ölüm kendisine geldiği zaman bu sözleri söylediği rivayet edilmektedir. Bu da adamın ölümün dehşetinden dolayı sekr halinde olduğunu göstermektedir” denirse şöyle cevap veririz:

Hadiste geçen -ölüm ona geldiğinde- ifadesi ölümün alametleri geldiğinde demektedir. Bu aşırı yaşlılık, hastalık ya da başksa sebepler gibi ölümüm alametlerinin görünmesidir. Ancak kişinin bu süreçteki bütün tasarrufları muteberdir. Zira Allah (Subhanehu ve Tealâ) şöyle buyurmaktadır:

“Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır (mal) bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya meşru bir tarzda vasiyette bulunması -Allah’a karşı gelmekten sakınanlar üzerinde bir hak olarak- size farz kılındı.” (2, Bakara/180)

Şayet ölüm alametlerinin gelmesi kişinin tasarruflarını ortadan kaldıracak bir hal olsa idi Allah (Subhanehu ve Tealâ) bu durumda olan kişiye teklifte bulunmazdı. Ancak ayette görüleceği üzere Allah (Subhanehu ve Tealâ) ölüm kendisine gelip çatan kişiye meşru bir tarzda vasiyette bulunmasını farz kılmaktadır.

Bununla beraber adam ne dediğini gayet iyi bilmektedir. Kendisinin çok günahkâr olduğunun bilincindedir. Allah (Subhanehu ve Teala)‘nın insanları yeniden dirilttiği gün bu günahlarından dolayı kendisine oldukça büyük bir azap edeceğini bilen ve bundan dolayı vasiyette bulunan bir kimsenin ne söylediğini bilmememesi düşünülemez. Özellikle Şeyhul İslam İbn-i Teymiye’nin bu adamı devesini kaybeden adama benzetmesi oldukça zayıf bir kıyastır. Zira o adam devesini kaybetmiş uzun süre aramış bulamamış ve artık kendisini çölde susuz ve aç kalmanın neticesinde ölüme teslim etmiştir. Aşırı yorgunluk ve bitkinlikten uyuya kalmış ve bir ara uyanınca karşısında aniden devesini görmüş ve ağzından bütünüyle kendi iradesi dışında kelimeler çıkmıştır. Çölde devesini kaybeden bu adamın durumu ile günahlarından dolayı Allah’ın kendisine azap edeceğini gayet bilinçli bir şekilde bilen ve bundan dolayı da çocuklarına vasiyette bulunan adamın durumuna benzetmek kanaatimizce doğru olmayan bir görüştür.

Bu görüşlerden üçüncüsüne gelince (lafzın mecaz ifade ettiği, lafızda bir şüphenin olmadığı görüşü) bu görüş de doğruya oldukça uzak bir görüştür. Zira lafzı mecaza hamledebilmek için güçlü bir karine olması gerekir. Bununla birlikte adamın kendisinin yakılmasını ve küllerinin saçılmasını istemesi bu lafzı mecazen söylemediğinin bir işaretidir. Bu görüşün sahipleri delil olarak “O halde biz ya da siz ikimizden birisi ya doğru yol üzerinde ya da sapıklık içindedir” (34, Sebe/24) ayetini getirseler de bu ayette lafzın sahibi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)‘dir. Allah (Subhanehu ve Tealâ) kâfirlere karşı Rasulüne böyle söylemesini emretmektedir. Rasulullah’ın ise kendi yolundan şüphe de bulunması söz konusu bile değildir. İşte bu kesinlik lafzın mecaza hamledilmesinde bir karinedir. Ancak yukarıdaki hadiste lafzı mecaza hamledecek bir karine yoktur.

Aynı şekilde adamın fetret döneminde yaşadığı şeklinde nakledilen dördüncü görüş de kanaatimizce güçlü bir görüş değildir. Zira böyle bir tevil için delil gerekir. Ancak hadiste adamın fetret döneminde yaşadığına dair hiçbir karine yoktur. Bununla birlikte adam, kendisinin işlemiş olduğu fiillerin günah olduğunu bilmekte, hayatı boyunca çok günah işlediğini ikrar etmekte, yine aynı şekilde yeniden yaratılacağını ve yaratıldığı gün bu günahlardan sorgulanacağını bilmektedir. Tüm bunlar adamın fetret döneminde risalete dair hiçbir bilginin olmadığı bir zamanda yaşamadığını gösteren karinelerdir.

Yukarıda vermiş olduğumuz görüşlerden “Onların şeraitinde bir kâfirin affedilmesi caiz olabilir” görüşü ise Hafız İbn-i Hacer’in de belirttiği gibi doğrudan oldukça uzak, zayıf bir görüştür. Zira bizden önceki şeraitlerde her ne kadar ahkâma dair bazı hükümler farklılık arzetse de cennet, cehennem, sorgu, af gibi iman edilmesi gereken akîdevi hükümlerin arasında bir farklılık olmadığı sabit ve temel bir kaidedir.

Bu görüşlerden altınca maddede saymış olduğumuz “Adamın cehaleti Allah’ın sıfatları hakkında idi. Nitekim Allah’ın sıfatları hakkında cehalet hüccet ikamesinden önce sahibi için bir mazerettir” görüşü ise en çok eleştiri alan görüşlerdendir.

İmam Kurtubi tefsirinde bu konuya değinirken “Kimileri İblis’in o adamı kandırdığını ve Allah’ın onu cezalandırmasının mümkün olmadığı zannına düşürdüğünü söylemişlerdir. Ancak bu görüş reddedilen bir görüştür. Çünkü böyle bir zan küfürdür” demiştir. Nitekim aynı şekilde Ebul Ferec İbnul Cevzi de hadisin zahiri gereği adamın Allah’ın kudret sıfatını bilmediği yönündeki görüşün kabul edilemeyeceğini zira bunun küfür olduğunu ancak bu adamın Müslüman olduğunu belirtmiştir.

Hadiste bahsi geçen adamın yeniden dirilmeyi inkâr etmediği aşikârdır. Adam yeniden diriltileceği gün Allah’ın kendisine günahlarından dolayı âlemde hiç kimseye etmeyeceği bir şekilde azap edeceğini düşünmektedir. En azından bu adam hangi fiillerinin günah olduğunu kısmen de olsa bilmektedir. İşlemiş olduğu bu günahlardan dolayı da Allah’ın kendisine azap edeceğine inanmaktadır. Böyle bir inancın sahibinin, Allah’ın bilinmesi zaruri sıfatlarından bir sıfatını bilmediği ve bundan şüpheye düştüğü kabul edilemez bir görüştür. Bununla birlikte konuya dair yorum yapan tüm âlimlerin de belirttiği gibi adamın ittifakla küfür olan Allah’ın kudretin sıfatını inkâr etmesi ve bunun sonucunda da affedilmesi uzlaştırılamayacak iki durumdur. İşte tüm bu nedenlerden dolayı Şeyhul İslam İbn-i Teymiye (rahimehullah)‘ın adamın kudret sıfatını ya da yeniden dirilmeyi inkâr ettiği ve bunlarda şüpheye düştüğü görüşü kabulden uzak oldukça zayıf bir görüştür.

Bu görüşün zayıf olmasının sebeplerinden bir tanesi de şu ayettir:

“Ve Zünnûn’u da hatırla. Hani öfkelenerek (halkından ayrılıp) gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde «Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum» diye dua etti.” (21, Enbiya/87)

Adamın Allah’ın kudretinden şüphe ettiği görüşünün temel dayanağı hadiste geçen “eğer güç yetirirse” (le in kadera) ifadesidir. Özellikle fiilden önce şart edatının gelmesi böyle bir zannı uyandırmaktadır. Ancak burada şöyle bir sorun karşımıza çıkmaktadır:

Bu ifadenin Allah’ın kudretinden şüphe etmek olduğunu söylediğimiz takdirde Yunus (as)’ın da yukarıdaki ayet gereği Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın kudretini inkâr ettiğini söylememiz gerekmektedir. Zira gerek hadiste gerekse ayette kullanılan fiiller aynıdır. Bununla beraber hadiste fiilden önce şart edatı gelmişken ayette “sıkıştırmayacağımızı sanmıştı” ifadesinin Arapça karşılığı “fezanne en len nakdira” şeklindedir. Fiilden önce gelen “Len” harfi gelecek zamanın mutlak olumsuzluğunu bildiren, bildirdiği olumsuzluğun asla gerçekleşmeyeceğini ifade eden bir harftir. Şayet hadiste “kadera” fiilinin şart edatı ile birlikte kullanılmasını şüpheye hamlettiğimiz takdirde ayette geçen “nakdira” fiilinin nefiy harfinden sonra gelişini de mutlak inkâra hamletmemiz gerekecektir. Ancak bunun caiz olmadığı aşikârdır. Zira bir peygamberin Allah’ın kendisini hiçbir zaman güç yetiremeyeceğini düşünmesi mümkün değildir.

Hadise dair bizim doğruya en yakın olarak kabul ve tercih ettiğimiz görüş ise şudur:

Adamın ne kudret sıfatını inkâr etmesi ne de yeninden dirilişi inkâr etmesi söz konusu değildir. Bununla beraber adamın yeniden diriliş hakkında bir şüphesi bulunmadığı gibi Allah’ın güç ve kudretinden yana da bir şüphesi yoktur. Ancak adam yeniden dirilişin gerçekleşeceği gün Allah’ın neleri yeniden yaratacağını bilmemektedir. Şayet cesedi yakılıp kül haline getirilir ve bu küller rüzgârlı bir havada bir kısmı denize bir kısmı ise karaya olacak şekilde dağıtılırsa Allah’ın kendisini bu şekilde yeniden diriltmeyeceğini düşünmüştür. Bundan dolayı da çocuklarına böyle bir vasiyette bulunmuştur. Bizim bu görüşü tercih etmemizdeki en önemli etken öncelikle hadisin Müslim’de geçen diğer bir rivayetidir. Nitekim yukarıda hadisin farklı lafızlarla rivayet edildiğini söylemiştik. Nitekim İmam Nevevi bu rivayetten sonra yaptığı açıklamada “Bizim beldemizdeki nüshaların çoğunda bu böyledir” demiştir. Bundan dolayı İmam Nevevi “Eğer beni cesedimle defnederseniz şüphesiz Allah bana azap etmeye kadirdir. Ancak beni un ufak kül edip kara ve denize savurursanız bu durumda Allah bana azap etmeyi takdir etmez” şeklinde hadisi tevil etmiştir. Aynı şekilde Hattabi’de hadisi şu şekilde izah etmektedir:

Hattabî şöyle demiştir: “Bu hadis oldukça müşkil bir hadistir. Acaba bu adam yeniden dirilmeyi, Allah’ın ölüleri dirilteceğine kadir olduğunu inkâr ettiği halde nasıl affedilmiştir? Cevap olarak deriz ki: O cehaleti sebebiyle böyle yaptığı zaman diriltilmez ve azap görmez zannetti. Nitekim o bunu Allah korkusuyla yaptığını belirtmiş ve imanını inkâr etmiştir.”

Şah Veliyullah Dihlevi’nin görüşü de buna yakındır:

“Bu adam Allah’ın kudret sıfatını bütünüyle biliyordu. Zira kudret imkânsız şeylerde değil mümkün olan şeylerde söz konusudur. Dolayısı ile o yarısı karada yarısı denizde olan dağınık küllerinin toplanılmasının muhal olduğunu zannetmiştir. Bunu Allah hakkında düşündüğü bir noksanlıktan dolayı yapmamıştır. Aksine o kendi ilmine göre hareket etmiştir. Buna binaende kâfir sayılmamıştır.”

Burada doğruya en yakın görüşlerden bir tanesi de hadiste geçen “kadera” fiilinin “Dayyaka Ala” (Allah beni sıkıştırırsa, zorlarsa) anlamında olduğudur. Nitekim yukarıda vermiş olduğumuz Enbiya Suresi ayetinde de fiil bu anlamda kullanılmıştır. Ayrıca “Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise «Rabbim beni önemsemedi» der” (89, Fecr/16) ayetinde de fiil aynı anlamda kullanılmıştır.

Burada yeri gelmişken Şeyhul İslam İbn-i Teymiye’nin “Allah güç yetirirse sözünü takdir, hüküm müsamaha göstermek şeklinde tevil edenler çok uzak bir tevil yaptılar ve sözü kendi konumundan başka başka bir yerde kullandılar” görüşünün de hatalı bir görüş olduğunu vurgulamak isterim. Zira bütün dil âlimleri ve müfessirler hadiste geçen “Kadera” fiilinin bu anlama geldiğinde ittifak etmişler ve bu anlamda kullanıldığı birçok ayet getirmişlerdir. Bundan dolayı hadiste adamın “Allah güç yetirirse” ifadesini “Allah takdir etmişse, Allah beni sıkıştırır ve zorlarsa” şeklinde tevil etmek en azından Arapça dil kurallarına uygundur ve sözü kendi konumu dışında kullanmak değildir. Yine aynı şekilde Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz’in “ElCamiu Fi Talebil İlmiş Şerif” isimli eserinde “Böyle tevil edenler kelimeleri tahrif ettiler” şeklindeki ifadesinin de oldukça ağır ve hatalı bir ifade olduğunu söyleyebiliriz. Hiç şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.

 

 


Buhari, Enbiya 54, Rikaak 25; Müslim Tevbe 25; Nesai Cenaiz 117.

Ebu Muhammed el-Makdisî, et-Tahzir Min Guluvvi Fi-t Tekfir, sy: 71.

Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis no: 3597 ve 7697.

Ehadisu-l Kudsiyye, 1/90.

Buhari, Rikaak 25; Müslim Tevbe 25.

Buhari, Enbiya 54; Müsnedi Ahmed, Hadis No: 10674, 10704, 22169.

Müslim, Tevbe 25.

Tüm bu görüşler için bkz. Fethul Bari, İbn-i Hacer el-Askalani, 10/284; Şerhul Müslim lin Nevevi, 9/124.

Muvafakat , 3/9-10

Şerhu-n Nevevî Ale-l Müslim, 1/99.

Kurtubi

Mecmuul Fetava, 11/408-411.

Mecmuul Fetava, 3/231.

Mecmuul Fetava, 3/74.

Mecmuul Fetava, 3/102

Mecmuul Fetava, 7/191

Diğer yerler için bkz. Mecmuul Fetava; 20/10, 23/102, 28/140, 35/49.

Camiuu-r Resail, 1/159.

El-Camiu Li-Ahkam

Şerhul Müslim lin Nevevî, 9/127

Fethul Bari, İbn-i Hacer el-Askalani, 10/284.

Huccetullahil Baliğa, 1/60.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın